31 Ekim 2009 Cumartesi

Aşı Programı

        Asilama yoluyla hastaliklara karsi kalici ya da uzun süreli bir korunma saglayabilmek için asilarin bir program dahilinde belli araliklarla tekrarlanmasi gerekir. Asi programlari olusturulurken çocuklarin bagisiklik sistemlerinin infeksiyonlara karsi yanit verebilme yetenekleri, mevsimler, hastaliklarin yayilma yollari ve toplumlarin sosyoekonomik kosullari gibi bir çok faktör göz önünde bulundurulur. Bu nedenle rutin olarak uygulanan asilama programlari ülkeler arasinda bazi farkliliklar gösterir.

Bebeğiniz Kilo Almıyorsa

Kilo alamayan bir bebek aynı zamanda kilo kaybediyor da olabilir. Doktorunuz, mama hazırlama şeklini değiştirmenizi, öğün sayısın artırmanızı ya da kilo alamama durumunu ortadan kaldırmak için, meme sütüyle destek olmanızı tavsiye edebilir.
Bazı bebekler, bebeğin yeme ya da büyüme yetisini engelleyen bazı fiziksel anormallikler yüzünden kilo alamazlar.
Bunlar arasında, damak yarıklığı, mide barsak hastalıkları, kronik kalp yetmezliği, karaciğer ve böbrek hastalıkları, habis tümörler ve salgı bezleri hastalıkları sayılabilir. Bu hastalıklardan herhangi birinin olup olmadığını anlamak için doktorunuz çeşitli testler yapabilir.
Tedavi, hastaneye yatırılmayı gerektirebilir.
Bebeğin kilo alıp almayacağını belirlemek için hastanede bebeğe genellikle sınırsız besleme yapılır. Ayrıca fiziksel bir anormallikten şüphelenildiğinde çeşitli testler yapılabilir ve röntgen çekilebilir.
Kilo alamayan bebeklerin görünüşü uzun vadede değişiklik gösterirse de, çoğu bebek tedavi sonrası iyi olur.
Karnı ağrıyan bir bebeğin anne babası olarak her beslenme sonrasında bebeğinizi geğirtmeye özellikle dikkat etmelisiniz. Biraz zaman alsa bile bebeğinizi geğirtmeye gayret etmelisiniz.

Cinsiyet Belirsizliği

Belirsiz üreme organları birçok şekilde kendini gösterebilir. Bazen, rahim içindeyken aşırı miktarda erkek hormonuna maruz kalmış bir dişi bebek, yumurtalıkları (over) mevcut, ancak erkek benzeri üreme organlarına sahip görünerek doğabilir (dişi psödohermafroditizmi).
Erkek, teslisleri mevcut ama üreme organları belirsiz ya da tamamen dişi olarak gelişmiş biçimde doğabilmektedir (erkek psödohermafroditizmi).
Bazı bebeklerde hem överler, hem de testiküller ve cinsiyeti belirsiz üreme organları bulunabilir (gerçek psödohermafroditizm).
Üreme organlarının belirsiz cinsiyette gelişmesinin çok sayıdaki nedenleri arasında tümörler, kromozom anomalileri ve hormonların aşın ya da eksik olması sayılabilir.
Tedavi
Yeni doğan bir bebeğin cinsiyeti kesin olarak anlaşılamıyorsa, bebek hormonal problemleri alanında uzman bir hekime derhal başvurulmalıdır.
Ancak ayrıntılı bir test ve değerlendirmeden sonra doğru bir teşhiste bulunulabilir ve çocuğun gerçek cinsiyeti saptanabilir.
Bu durum yeni doğanın gelecekteki yaşamı ve ruhsal sağlığı üzerinde önemli etkileri olacak ciddi bir sorundur.
Penis büyüklüğünün artırılması için erkeklere hormon tedavisi uygulanabilir. Ayrıca rekonstrüktif ameliyatlar da yapılabilmektedir.

Anne Sütü ve Yararları

Hayat Bankanıza Yatırıma, Anne Sütü İle Başlayın
Memorial Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Gökçe Günbey, anne sütünün bebeğin gelişimi, anne ve bebeğin sağlığı üzerindeki etkileri hakkında bilgi verdi.
Anne sütü ile beslenme her bebeğin en doğal hakkıdır. Anne ile bebek arasında gebelikte başlayan duygusal ve biyolojik birliktelik emzirme süreci ile daha farklı bir boyut kazanmaktadır.
Anne-bebek arasındaki duygusal bağın kurulması ve hormonal etkilerle başlayan süt üretiminin artarak devam etmesi için yenidoğan bebeklerin doğumdan sonraki en kısa sürede, tercihen ilk yarım saat içinde emzirilmesi tavsiye edilmektedir. Dünya sağlık örgütü; bebeklerin ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslenmesini, su dahil herhangi bir ek gıda verilmemesini, altıncı aydan sonra ise uygun ek gıdalara başlanarak, emzirmeye 2 yaşına kadar devam edilmesini önermektedir.
ÇOCUĞUN RUH VE BEDEN SAĞLIĞI İÇİN EMZİRME ÖNEMLİDİR
Yeni doğan ve erken çocukluk dönemindeki beslenmenin sağlık üzerine kısa ve uzun dönemde önemli etkileri olduğu bilinmektedir. Sürekli büyüyen ve gelişen bir organizmaya sahip olan çocukların doğru beslenmesi, hastalıklardan korunmanın yanı sıra erişkin dönem sağlığı için de gereklidir. Beden sağlığının yanı sıra çocuğun sosyal hayatla uyumu gerektiren tüm psikolojik alt yapısının temeli de emzirme döneminde atılır.
ANNE SÜTÜ HEM BEBEK HEM ANNE İÇİN YARARLIDIR
Her annenin sütü kendi bebeğine özeldir. Erken doğum yapan annelerin sütlerinin içeriği prematüre bebeğin ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde değişkenlik göstermektedir. Anne sütü kuşkusuz sadece bir gıda değildir, beslemenin çok ötesinde birtakım işlevleri ve faydaları vardır. Ayrıca anne sütünün sağladığı faydalar sadece bebek için değil, anne sağlığı açısından da vazgeçilmez önem taşımaktadır.
ANNE SÜTÜ EŞSİZDİR, ÇÜNKÜ?
* Gelişen teknoloji ile birlikte, allerjik hastalıkların giderek arttığı günümüz koşullarında anne sütünün sağladığı en büyük faydalardan biri de bebeği astım, egzama gibi allerjik hastalıklardan korumaktır. Anne sütünün akciğer gelişiminde çok önemli etkileri olduğu, solunum fonksiyonlarını ve akciğer kapasitesini olumlu yönde etkilediği de bilinmektedir. Anne sütü bebeğin ileride astım olma riskini azaltmakta ve riskteki bu azalma ileri yaşlara kadar devam etmektedir.
* Anne sütü ile beslenen bebekler sosyal açıdan daha iyi gelişim gösterirler. Bir yaş sonunda, mamayla beslenen bebeklerle anne sütü ile beslenen bebekler karşılaştırıldığında anne sütü ile beslenenlerde psikomotor ve sosyal gelişimin belirgin olarak daha iyi olduğu bulunmuştur.
* Doğal beslenme olarak tanımlanan anne sütü ile beslenme başta zatürre olmak üzere, ishal, orta kulak iltihabı ve menenjit gibi bulaşıcı hastalıklardan bebeği korumaktadır. İçerdiği koruyucu antikorlar ile bebeğin enfeksiyonlara karşı direncini artırmaktadır.
* Emzirilen bebeklerde beyin gelişimi daha iyi olmaktadır. Anne sütü alan çocukların zeka seviyesinin, almayanlara kıyasla daha yüksek olduğunu gösteren çalışmalar bulunmaktadır.
* Anne sütü ile beslenen bebeklerde şişmanlık (obezite) daha az görülmekte ve insüline bağımlı şeker hastalığı (tip-1 diabet) görülme riski azalmaktadır.
* Emerken bebeğin ağız ve çene kaslarının çalışması, anne sütü alan bebeklerin konuşma ve dil gelişiminin daha hızlı olmasını sağlamaktadır.
* Anne sütü aşıların etkinliğini arttırmakta ve aşılardan sonra görülen bağışıklık cevabının daha güçlü olmasını sağlamaktadır.
* Bebeğini emziren annelerde loğusalık depresyonu daha az görülürken, emzirme anneyi meme ve yumurtalık kanserinden de koruyucu etki göstermektedir. Ayrıca anneyi ileri yaşlarda gelişebilecek kemik erimesinden de korumaktadır.

Sosyal fobi

Sosyal fobi, temel özelliği başka insanların da bulunduğu ortamlarda aşırı heyecan duymak olan bir hastalıktır. Sık görülen türlerden birisi sosyal fobidir. Sosyal anksiyete duyan kişiler başka insanların kendilerini yargıladığı ve negatif değerlendirdiği düşüncesi ile yetersizlik, aşağılanmışlıkhisseder ve hayal kırıklığına uğrarlar. Bu kişiler yalnız başlarına kaldığında sıkıntı duymazlar ve anksiyete belirtilerinin sosyal aktivitelerle direk ilgisi vardır. Sosyal fobikler yabancılarla tanışmaktan,tanımadıklarının yanında konuşmaktan veya hareket etmekten rahatsızlık duyar. Yanlış bir şey yapacak, söyleyecek ve sanki insanlar onunla alay edecek, onu yadırgayacak, aşağılayacak, herkesin içinde rezil olacak gibi hisseder. Konuşurken herkes ona bakıyormuş gibi gelir. Yaptıkları en ufak hatalar gözlerinde çok büyür, rezil olduklarını düşünürler. Özgül sosyal fobide topluluk önünde konuşamama gibi belirli bir duruma özgül olarak anksiyete gelişmesi gözlenirken yaygın sosyal fobide hemen hemen bütün sosyal aktivitelerde anksiyete oluşur. Sosyal fobi şu durumlarda ortaya çıkabilir: Topluluk içinde konuşma Partiye katılma, yabancılarla tanışma gibi sosyal aktiviteler Bir iş yaparken başkaları tarafından izlenme Patron veya amir gibi üstleri ile konuşma Karşı cinsten birileri ile tanışma veya buluşmaUmumi tuvaletleri kullanma Telefonda konuşma Başkalarının yanında yazı yazma Herkesin içinde yüz kızarması veya kontrolünü kaybetme korkusu v.b. Bu hastalar korktukları durumlarla karşılaştıklarında anksiyeteleri artar. Örneğin sosyal fobisi olan bir öğrenci ders anlatmaya kalktığında dili tutulur, yüzü kızarır, söyleyeceklerini unutur, herkes ona bakıyormuş gibi gelir ve bu nedenle performansı düşer. Bu hastalar korkularının anlamsız olduğunun farkındadır ancak korkularına engel olamazlar.Sosyal fobinin utangaçlıktan ayrılması gerekir. Yeni bir ortama giren veya yeni insanlarla tanışan hemen herkes az da olsa anksiyete yaşayabilir, ancak bu her zaman rahatsızlık olarak tanımlanamaz. Bu anksiyetenin sosyal fobi olarak tanımlanabilmesi için sıkıntı duyan kişilerin sosyal ortamlardan kaçınması gerekir. Sosyal fobiklerin en önemli özelliğide sıkıntıyı duymamak için yaptıkları bu kaçınma davranışlarıdır. Utangaç insanlar yeni bir ortama girdiğinde sıkıntı duyabilirler fakat sıkıntıya girmemek için sosyal aktivitelerini kısıtladıkları pek görülmez. Ayırıcı tanıda buna dikkat etmek gerekir.Hastaların hissettikleri anksiyete çok şiddetli olmakta ve bu duyguları yaşamamak için başvurdukları kaçınma davranışları bu kişilerin evde, işte, okulda ve diğer sosyal ortamlarda performansını düşürmekte ve ilişkilerin bozulmasına yol açmaktadır.Okul başarısı düşmekte, işte verim azalmakta veya eşler arasında sorunlar ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan sosyal izolasyon kişiyi çoğu zaman depresyona sürüklemektedir.Bir başka yaklaşımda ise kişiler bu sıkıntılarından kurtulabilmek için alkol kullanımına yönelmektedir. Yapılan araştırmalarda bu hastalarda alkol ve madde bağımlılığı normal topluma göre daha sıktır. Bunun en önemli nedeni alkolün hastalar tarafından anksiyete giderici olarak kullanılmasıdır. Çevrede başka kişi veya kişiler, özellikle de yabancı kişiler, sosyal fobi hastasının şiddetli bir kaygı, sıkıntı, huzursuzluk ve utangaçlık duymasına yol açar. Bu durumda sosyal fobik şu tepkilerin bir kısmını veya tamamını gösterir: - Yüz kızarması - Ses titremesi - Konuşamayacağı, tutulup kalacağı duygusu - El titremesi Herkesin kendisine baktığı, kendisini eleştirdiği hissi, küçük düşme endişesi.Yani sosyal fobik; tanımadığı kişilerin önünde aşağılanmasına veya utanmasına sebep olacak biçimde davranacağından, yüzünün kızaracağından, titreyeceğinden aşırı derecede korkan insandır. Sosyal fobiklerin en büyük tasası topluluk önünde konuşmaktır. Kendi evlerinde ve aile üyeleri arasında genellikle rahat ederler. Özellikle makam sahibi kişiler karşısında yukarıda saydığımız belirtilerin ortaya çıkma ihtimali yüksektir. Karşı cinsle konuşmak sosyal fobili bazı insanlar için başlı başına bir problemdir. Sosyal fobikler arasında bekarlık oranı yüksektir. Kimi sosyal fobikler ise topluluk önünde mesela yemek yemek gibi bazı davranışları yapmaktan sıkıntı duyarlar.Sonunda sosyal fobiğin hayatı bir ıstıraba döner. Öğrenci ise okulda öğretmen kendisine soru sorduğunda kalkıp cevap vermek, öğretmen ise ders anlatmak sosyal fobik için büyük bir işkencedir. Pek çok sosyal fobik devlet dairesine, bankaya gidip işini yaptıramaz. Bazıları telefonla bile konuşamaz. Ağır vakaların sokağa çıkmaya, bakkala gitmeye, biletçiden otobüs bileti almaya bile tahammülü yoktur. Bunlar sonunda kendilerini eve hapsederler, okulda başarısız olurlar, çalışma hayatları sona erer. SOSYAL FOBİ KİMLERDE GÖRÜLÜR? Sosyal fobi genellikle ergenlik yıllarında başlayan ve tedavi edilmezse müzmin seyreden bir bozukluktur. 25 yaşından sonra başlayan sosyal fobi vakası nadirdir. Ancak sosyal fobikler ekseriya rahatsızlık başladıktan 15-20 yıl sonra doktora giderler. Çünkü sosyal fobinin tedavi edilebilir bir hastalık olduğunu bilmezler ve bozukluğu kişiliklerinin bir parçası olarak görürler. Kadınlarda da erkeklerde de görülebilir. Kadınlarda 1.5-2 kat daha sık olmakla birlikte sosyal fobi yüzünden doktora başvuranlar daha çok erkeklerdir. Sosyal fobisi olanlarda evli olmama oranı, genel topluma göre yüksektir. SOSYAL FOBİNİN SEBEBİ NEDİR? Sosyal fobi, ırsiyetin orta derecede katkıda bulunduğu bir hastalıktır. Akrabaları arasında sosyal fobik olan kişilerin bu hastalığa yakalanma riski bir miktar daha yüksektir. Sosyal fobiklerin beyinlerinde bir takım kimyasal ve elektriksel bozukluklar olduğu, yapılan incelemeler sonucunda anlaşılmıştır. Bazı ilaçların sosyal fobi tedavisinde oldukça etkili olması, sosyal fobinin temelde �beyinde faaliyetinde bir bozukluk� olduğu tezini doğrulamaktadır. Sosyal fobinin genellikle utangaç, çekingen, kendine güveni düşük, reddedilmeye duyarlı, ama başkaları üzerinde olumlu intiba bırakma arzusu duyan kişilerde ortaya çıktığı düşünülmektedir. Bu kişiler başkaları tarafından beğenilmediklerinde bunun değer ve sosyal mevki kaybına yol açacak bir felaketle sonuçlanacağını inanırlar. Yani sosyal fobi, bazı kişilik özellikleri zemininde ve bazı ailelerde daha kolay gelişen bir beyin hastalığıdır. SOSYAL FOBİ İYİLEŞİR Mİ? Sosyal fobi günümüzde oldukça iyi tedavi edilen bir rahatsızlıktır. Ama tedavi edilmediğinde ağır sonuçlara yol açabilir.Psikiyatristler, sınıfta derse kaldırıldığında duyduğu heyecana dayanabilmek veya akranlarıyla ilişkilerinde daha az kırılgan ve daha cesur olabilmek için, henüz ortaokul yıllarında alkol ve madde kullanmaya başlayan çok hasta görürler.Sosyal fobiklerin eğitim ve iş başarıları, hayatta gösterdikleri performans genelde düşüktür. Öte yandan bugün radyoda televizyonda program yapan ve bu işi de başarıyla yürüten çok sayıda iyileşmiş sosyal fobik vardır. Ancak çoğu sosyal fobik tedavi başvurusunda bulunmamakta, berbat bir hayata katlanmak zorunda kalmaktadır. SOSYAL FOBİ NASIL TEDAVİ EDİLİR? Sosyal fobinin tedavisinde iki silahımız vardır: İlaç tedavisi Günümüzde sosyal fobi tedavisinde oldukça etkili olan, bağımlılık yapmayan, uyku-sersemlik gibi yan etkilere yol açmayan ve kalıcı düzelme sağlayabilen birtakım ilaçlar vardır. İyi bir ilaç tedavisiyle kimi zaman psikoterapiye dahi gerek kalmadan kişi dertlerinden kurtulmaktadır. Psikoterapi Psikoterapi, sosyal fobi tedavisinde oldukça etkilidir. Sosyal fobiklerde genellikle �bilişsel-davranışçı terapi� denilen psikoterapi yöntemi uygulanmaktadır.

Uyuşturucu madde bağımlılığı

İnsanlarda sakinleştirici, keyif veren veya uyarıcı etkileri olan, giderek daha fazla alma isteği doğuran, bırakıldığında yoksunluk belirtileri doğuran kimyasal maddelere ve ilaçlara uyuşturucu madde adı verilir.Zararlı etkileri bilindiği halde uyşturucu maddelere karşı duyulan sürekli alma isteğinin engellenememesine uyuşturucu madde bağımlılığı denir.
Uyuşturucu maddelerin bir kısmı tedavi amacıyla kullanılır.Bir kısmı isesadece keyif verici veya uyarıcıetkileri sebebiyle kullanılmaktadır.Tedevi amacıylakullanılan maddeler de doktor kontrolü dışında sakinleştirtici veya keyif verici etkileri sebebiyle kötü kullanılmakta ve bağımlılığa yol açmaktadır.Uyuşturucu maddeler yıllardır ruhsal duruma olumsuz etkileri olduğu bilinen maddelerdir.Günümüzde en gelişmiş ülkelerden geri kalmış ülkelere kadar çok yaygın olarak uyuşturucu madde kullanılmaktadır.Bazı ülkeler uyuşturucu madde kullanımı ve taşınmasına ağır cezalar uygulamaktadır. Bazı ülkelerde ise bu serbest bırakılmıştır.

A) Uyuşturucu Maddeler Ve Etkileri:
Uyuşturucu olarak kullanılan birçok madde vardır. Bunların kimyasal yapıları birbirinden farklıdır. Kullanıldıklarında merkezi sinir sisteminin farklı bölümlerini etkileyerek değişik belirtilere yol açarlar. Uyuşturucu maddeleri ve özelliklerini aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz.

Afyon, morfin, eroin grubu uyuşturucular:Bu grup uyuşturucular afyon bitkisinden elde edilir. Güçlü ağrı kesici özelikleri vardır. Merkezi sinir sisteminde yatıştırıcı etki yaparlar. Bu maddeler kullanıldığında sakinleşme, neşelenme meydana gelir. Kaygılar ve sıkıntılar kaybolur.Düşünme yeteneği azalır, irade zayıflar.Kişilik bozukluğu,ilgisizlik, ruhsal çöküntü meydana gelir.Kan basıncı düşer, nabız ve solunum sayısı azalır.Göz bebeklerinde küçülme, ağız kuruluğu, bulantı, kusma görülür. Çok kolay bağımlılık yapan maddelerdir. Yoksunluk durumunda burun akıntısı, titreme, terleme, kramplar, panik ve bilinç kaybı meydana gelir.

Esrar:Hint kenevirinden elde edilen bir uyuşturucudur. Merkezi sinir sisteminde yatıştırıcı etki yapar. Özellikleri ve yoksunluk tablosu afyon ve türevlerine benzer. Kullanıldığında rahatlama ve uyuşukluk meydana getirir. Kişi bir rüya alemine dalar, halisinasyon görür. Uzun süre kullanıma bağlı olarak karakter kaybı ve akli durumda bozukluklar meydana getirir.

Barbituratlar ve sakinleştiriciler:Barbituratlar, diazem benzeri sakinleştirici ilaçlar tıpta kullanılan maddelerdir. Bunların doktor kontrolü dışında kullanlması bağımlılığa yol açar. Merkezi sinir sisteminde yatıştırıcı etkisi olan bu maddeler kullanıldıklarında gevşeme, rahatlama ve uykuya eğilim meydana getirirler. Uzun süre kullanıldıklarında karaciğerde kanser, kan dokuda bozukluk meydana gelir.

LSD, Meskalin, PCP:Bu grupta yer alan maddeler hayal gördürücü maddelerdir. Kullanıldıklarında önce neşe, sevinç ve tatlı hayaller görülmesine yol açarlar. Daha sonra endişe, panik, kusma, hafıza kaybı meydana getirirler.Şiddet eğilimine ve ruh hastalıklarına yol açarlar.

Kokain:Koka bitkisi yapraklarından elde edilen bir maddedir. Uyarıcı bir özelliği vardır. Kullanıldığında yalancı bir kuvvet hissi, konuşma isteğinde artma, cinsel uyarı yaratır. Daha sonra ruhsalçöküntü, halisinasyonlar, kalp ve solunum yetmezliği durumlarına yol açarlar.

Amfetaminler:Uyarıcı özelliği olan ilaçlardır. Genellikle doping amacıyla kullanılırlar.Uykusuzluk, aşırı haretlilik ve halisinasyona yol açarlar. Karaciğer hasarına sebep olurlar.

İnhalanlar:Solunum yoluyla çekilen uyuşturucu maddeler, solventerler(çözücüler), yapıştırıcılar gibi maddelere inhalanlar denir.Bu maddeler baş ağrısı, görme bulanıklığı, uyuşukluk meydana getirir. Kısa sürede karaciğer ve böbrek hasarı, bilinç kaybı, kemik iliğinde baskılanma sonucu kansızlık meydana getirirler.
Bu maddelerin etkilerini bir bütün olarak ele alırsak;

FİZİKİ ETKİLERİ
Beyin ve Merkezi Sinir sisteminde : Sigaradan itibaren bütün uyuşturucuların en büyük zararı ve tahribatı beyin ve merkezi sinir sistemi üzerindedir.

Bu sebeple beynin mazrufu olan aklı ve iradeyi işlemez hale getirir. Kişiyi dengeden, normal yaşam ve davranışlardan uzaklaştırırlar.

Beyin ve akıl sağlığının en büyük düşmanı uyuşturuculardır. Bağımlılarda beliren ilk olgu; akıl ve sinir hastalıkları ve arızalarıdır. Delilik, erken bunama, şuur kaybı, uykusuzluk, felçler hezeyan (sayıklama, saçmalama, akıl dışı davranışlar ) hallüsinasyon (vehim, hayal görme, işitme vs. ) lar, zeka ve hafıza kayıpları.En kısa ifade ile: Akıl hastalıkları, zihni ve ruhi karmaşa ve kaoslar.

Sindirim Sisteminde: Bulantı, kusma, karın ağrıları, kabızlık, ishal, mide ve bağırsak spazmları, kanama ve yaraları, gastrit, ülser vs.
Karaciğer ve Böbreklerde: Bu zehirlerin organizmadan atılmasında en ağır görev bu organlara düşmekte olup, karaciğer ve böbreklerde büyük arıza ve tıkanmalara, karaciğerde yetersizlik, yağlanma,sertleşme (siroz)...
Böbreklerde büyük tahribat, albümin, kan ve idrar çoğalması, tıkanmalar,ağır böbrek hastalıkları.
Gözlerde: Işık ve mesafede uyumsuzluk, şaşılık gece körlüğü, göz bebeği büyümesi, küçülmesi, göz adele felci bilinen sonuçlar ve tezahürlerdir.
Solunum Sisteminde: nefes darlığı, öksürük, boğulma hissi, bu yolla kalp sıkışmaları, solunum felçleri ve ölümler bilinen olaylardır.
Kan organlarında: Kan,insan hayatının en önemli organı olup, uyuşturuculardan büyük zararlar görür. Kansızlık,kan zehirlenmeleri, kan hücrelerinde şekil ve miktar değişiklikleri, kanın korkulu arızası olan pıhtılaşma ve kangrenler başlıca arızalardır.
Zehirlenme: Uyuşturucuların başta gelen olumsuzluğu zehirlenmeler ve bu yolla gelen ölümlerdir. İlk defa olursa HAD, tekerrür ederse "Müzmin Zehirlenme" adını alır.

SOSYAL ve MADDİ ETKİLERİ
Sosyal bir varlık olan insanın çevresi ile uyum içinde olması, akıl ve zihin sağlığı ile mümkündür.
Bu sebeple akli ve zihni hayatın en büyük düşmanı olan uyuşturucular, insanın uyum gücünü zaafa ve iflasa götürmekle onu aileden, toplumdan ve çevresinden kopararak, yalnızlığa, bunalıma ve hemen ardından da sorumsuz, hipisel (hayvani) bir hayata mahkum eder. Bağımlıyı yaşayan bir ölü haline getirir. (Hip Kültür)
Bu sebeple, uyuşturucuların, bağımlıya, aile hayatına, doğacak çocuklara, iş hayatına, aile ve ülke ekonomisine, ferdi ne toplumsal ahlaka (namus,iffet, şeref, haysiyet v.s.) verdiği zararlar ifadelere sığdırılamaz.
İntiharların, cinayetlerin, her türlü fuhşiyat, gasp ve anarşinin temelinde uyuşturucu vardır.
İç ve dış düşmanların en tahripkar silahı uyuşturucu ve uyuşturucu salgınlarının itici gücü olan uyuşturucu kültürü (hip kültür) dür. Cemiyetleri inkıraza götüren her türlü maddi ve manevi tahribatın temeldeki sebebidir. Bunlar, ayrıca
AİDS, frengi, verem, kanser, kangren ve benzeri bir çok ölümcül hastalığın yayılmasında da en büyük fail uyuşturucular ve bağımlılarıdır.

B) Uyuşturucu Madde Bağımlılığı: Uyuşturucu maddeler fiziksel ve psikolojik bağımlılık meydana getirirler.
Psikolojik bağımlılık:Keyif verici maddeyi belirli aralıklarla alma isteği duyulmasına denir.Kişi maddenin yokluğuna bağlı huzursuzluk duyar.
Fiziksel bağımlılık:Merkezi sinir sistemi hücrelerinin normal görevlerini yapabilmeleri için alışılan maddeye sürekli ihtiyaç duyulmasına denir.Alışılan maddenin alınmaması halinde vücutta ortaya çıkan belirtilere yoksunluk belirtisi adı verilir.Fiziksel bağımlılıkta yoksunluk belirtileri ölüme yol açacak kadar şiddetli olabilir.

Maddenin kullanımıyla duyulan keyif ve mutluluk kişilerde tekrar kullanma isteği doğurmaktadır. Oluşan yalancı hayal dünyasına kavuşmak isteyen kişilerde psikolojik bağımlılık meydana gelmektedir.Uyuşturucu maddeler merkezi sinir sistemindeki reseptör(alıcı) hücreler tarafından alınarak etkilerini gösterirler. Bu reseptörler kısa sürede uyuşturucuya alışır ve normal görevlerini yerine getirebilmek için uyuşturucuya ihtiyaç duyarlar. Böylece fiziksel bağımlılık meydana gelir.Fiziksel bağımlılıkta yoksunluk durumu çok ağırdır.Yoksunlukta psikolojik belirtilerin yanında merkezi sinir sistemine ait belirtiler görülür. Maddenin bulunamaması durumunda bulantı, çarpıntı, baş ağrısı, panik, sıkıntı, terleme, saldırganlık, unutganlık, ishal, kişilik bozuklukları, baygınlık, koma ve ölüm görülebilir.Uyuşturucu maddeler, merkezi sinir sistemindeki reseptörleri etkilediği için bir kez dahi kullanmak bağımlılığa yol açabilir.Bu yüzden merak amcıylakullanmaktan dahi kaçınmalıyız.

1.Sebepleri
Uyuşturucu madde bağımlılığının sebeplerini üç grupta toplayabiliriz.
Uyuşturucu maddenin yapısal özellikleri:Uyuşturucu maddelerin kimyasal yapıları gereği merkezi sinir sisteminin reseptör hücrelerine bağlanarak etki gösterirler ve bağımlılık yaratırlar. Bu nedenle tedavi amacıyla verilen uyuşturucu nitelikteki ilaçların aşırı ve yanlış kullanılmasıyla da bağımlılık oluşmaktadır. Hekim önerisi ve kontrölü dışında keyif almak veya sakinleşmek amacıyla uyuşturucu özelliğindeki ilaçların kullanılmasına kötüye kullanma adı verilir.Ağrı kesiciler dahil bir çok ilaç hekim önerisi dışında kullanılmakta, bu durum direnç arttırımına(tolerans) ve bağımlılığa yol açmaktadır.Örneğin; kaza veya ameliyat sonucu kullanılan kuvvetli ağrı kesiciler kolaylıkla bağımlılık oluşturabilmektedir.

Kişisel özellikler:Uyuşturucu madde bağımlılığı özellikle gençler arasında hızla yayılmaktadır. Ergenlik dönemi problemleri arasında bocalayan gençler sorunlarının çözümünü uyuşturucularda aramaktadır.Grup arkadaşlarının baskısı, onlara uyum sağlama isteği, merak ve macera tutkusu, yasaklara karşı gelme isteği, sorumluluktan kaçma, başarısızlık ve güvensizlik gibi duygulardan kurtulma gibi nedenlerle kişiler uyuşturucu maddeleri denemektedir."Nasıl olsa ben alışmam, bir defa denemekten ne çıkar, istediğim zaman bırakırım" gibi düşüncelerle kişiler uyuşturucu bağımlısı haline gelirler.

Çevresel faktörler:Uyuşturucu madde bağımlılığında sosyal çevrenin önemli rolü vardır. Aile içindeki huzursuzluklar, aşırı kısıtlayıcı ve baskıcı tutumlar veya aşırı serbest davranılması, ailede uyşturu kullanan bireyler olması gibi sebepler kişileri uyşturucuya itebilir. Arkadaş gruplarının baskısı veya özendirmesi uyuşturucuya başlamakta etkendir. Özellikle ergenlik döneminde grupların etkisi fazladır. Uyuşturucu satıcılarının hedef kitlesi gençlerdir. Lise ve üniversite gençleri arasında uyuşturucu madde kullanımı yaygınlaştırarak büyük paralar kazanmaktadırlar. Bazı ülkelerde uyuşturucu kullanımına hoşgörüyle bakılmakta ve suç sayılmamaktadır. Bu durum bağımlılığın yayılmasına yol açmaktadır. Ülkemizde uyuşturucu maddelerin üretimi, ithali, alımı, satımı, bulundurulması, alımına yardımcı olunması ve sahte reçeteyle alınması şuçtur ve ağır cezalar uygulanmaktadır. Güçlü ağrı kesiciler ve sakinleştirici ilaçlar da özel reçetelerle satılmakta Saklık Bakanlığı tarafından sıkı şekilde denetlenmektedir.

2.Sonuçları:
Uyuşturucu madde bağımlılığı üç dönemde incelenebilir.
Alışma dönemi : Uyuşturucu maddeyle ilk tanışma dönemidir. Bu dönemde yalancı bir dünyaya dalarak keyif alma duygusu ön plana çıkar. Kişi kararsızdır, uyuşturucuya başlamamak için direnir. İstediği zaman uyuşturucuyu bırakacağını düşünür. Vücutta kalıcı bir fiziksel hasar yoktur.Gerekli tıbbi yardım yapılırsa kolaylıkla uyuşturucuyu bırakabilir.Kişilerde yersiz davranışlar, aşırı neşe ve durgunluk, dalgınlık, unutkanlık arkadaşlardan ayrılarak yeni gruplara katılma gibi değişiklikler uyuşturucu kullanmaya başladığının belirtileridir.

Doyma dönemi:Bu dönemde kişi yaşantısını devam ettirebilmek içinuyuşturucu maddeyi kullanmak zorundadır.Artık keyif alma ihtiyacı yoktur.Maddenin yoksunluğunda büyük sıkıntı ve problemler
doğmaktadır.Görme bulanıklığı, göz bebeklerinde küçülme, ağız kuruluğu, ellerde titreme, nabız ve solunum sayısında azalma,tansiyon düşüklüğü, kabızlık, hafızada zayuflama, ruhsal durgunluk, dikkatsizlik, irade ve kişilik kaybı, hallüsinasyonlar vardır. Karaciğer, kalp, solunum ve sindirim sisteminde hasarlar ortaya çıkmaktadır.Bağımlının gittikçe daha fazla miktarda maddeye ihtiyacı olmaktadır. Bu dönemdeki bağımlıyı kurtarmak için ciddi bir tedavi gereklidir.

Düşkünlük dönemi:Bu dönemde organlarda ağır hasarlar ve ruhsal çöküntü görülür. Kalp ve solunum problemleri, karaciğer hastalıkları ortaya çıkar. Aşrı zayıflama, kusma, kalp ve solunum yetmezliği görülür. Bağımlının hastalıklara karşı direnci azalır. Zatürre hepatit(sarılık) AIDS gibi hastalıklar meydana gelir. Beyin hasarı, kişilik kaybı, ağır ruhsal problemler ortaya çıkar.Kişi kendine bakamaz ve yardıma muhtaç hale gelir. Madde bulabilmek için her yolu dener, hatta suç işleyebilir. Yaşantısını devam ettirebilmek için aldığı uyuşturucu miktarını arttırmak zorundadır. Uyuşturucu kullanımında aşırı doz alımına bağlı olarak zehirlenme ve ölüm olayı görülebilir.Aşırı doz alındığında başlangıçta husursuzluk,sesli ve ışıklı uyarıcılara karşı aşırı tepki görülür. Hallüsinasyonlar, terleme, bulantı ve kas krampları meydana gelir. İdrar ve dışkı kontrölü kaybolur. Solunum düzensizleşir.Kalp atımı ve kan basıncı düşer. Titremelerle baygınlık, koma ve ölüm meydana gelir.
Uyuşturucu bağımlılığı erken dönemde yakalanıp tedavi edilemez ise kişiyi ölüme sürükleyen bir alışkanlıktır.

C) Uyuşturucu Bağımlılığının Tedavisi
Uyuşturucu bağımlılığının tedavisinde önemli iki nokta vardır:

Bağımlılının kendisinin tedavi olmaya ve bağımlılıktan kurtulmaya istekli olması.

Bağımlılığın erken teşhis edilerek tedaviya başlanması.
Uyuşturucu madde bağımlısı istekli ise tedavi şansı son derece yükselmektedir.Aksi halde zorlamayla kişileri bağımlılıktan kurtarmak mümkün değildir. Bağımlının kalıcı organ hasarları, ağır ruhsal problemler oluşmadan teşhis edilmesi tedaviyi kolaylaştırmaktadır.Erken teşhis edilemeyen vakalarda tedavi uzamakta ve iyileşme süreci gecikmektedir.
Uyuşturucu madde bağımlılığının tedavisi:Uyuşturucu madde bağımlılığının tedavisi, tedavi ve rehabilitasyon olmak üzere iki aşamada gerçekleştirilir.

Tedavi aşmasında kişi bağımlı olduğu maddeden uzaklaştırılarak yoksunluk belirtileri ile savaşılır.Vücut organlarında meydana gelmiş hasarlar tedavi edilir. Bu safhada bağımlı hastanede gözlem altında tutulmalıdır.Yoksunluğa bağlı geçirdiği krizler son derece tehlikeli olabilir.Bu yüzden ölüme ve intihar girişimlerine sık rastlanır.Vücuttan toksit madde uzaklaştırılıp yoksunluk belirtileri kaybolduktan sonra ikinci aşamaya geçilir.

Rehabilitasyon aşamasında kişilerin ruhsal problemleri çözümlenmeye çalışılır. Tekrar iş gücü kazandırılarak çalışabilecek ve topluma yararlı olacak hale getirilir.Sağlığa zararlı bu alışkanlıklar yerine olumlu hobiler kazanması sağlanır. Kötü arkadaş çevresinden uzaklaşmasına ve kendine destek olacak kişilerle bir arada olmasına çalışılır.Sağlığa zararlı alışkanlıkların tedavisi için hastanelerin psikiyatri bölümlerine veya bu konularla özel olarak ilgilenen gönüllü kuruluşlara baş vurmak gerekir.

Sağlığa zararlı alışkanlıklardan korunmak, bu zararlı alışkanlıkların tedavisinden çok daha kolaydır. Bu alışkanlıklardan korunmak için alınması gereken önlemler ve aileye, devlete, medyaya düşen görevler;

1. Aileye Düşen Görevler
Uyuşturuculardan korunmada en büyük vazife aileye düşmektedir. Aile toplumun temel çekirdeğidir. En başta anne ve baba, çocuklara örnek olmalıdır. Çocuklar, her türlü sıkıntılarını ve problemlerini öncelikle anne ve babalarına açabilmelidirler. Problemlerin ilk defa aile büyüklerince değerlendirilmeleri şarttır.
Bu konuda gençlerimizin dikkat edecekleri noktalara gelince;
• Gerek sevgiyi ve mutluluğu muhakkak ki kendi yuvalarında aramalıdırlar.
• Kötü arkadaş guruplarından uzak durmaları gerekir. Böyle kişiler davranışlarından, hareket ve sözlerinden anlaşılır.
• Boş zamanları en iyi şekilde (okumak, kültürel ve diğer faydalı faaliyetlerde bulunmak gibi meşguliyetlerle) değerlendirmelidirler.
• Yine gençlik dönemi ; halk arasında söylendiği şekliyle "delikanlılık" devresidir. Bu yaşlarda kişilik icabı, gelecek için her an problem oluşturabilecek hareketlere girilebilir, kararlarda isteksizlik olabilir. Gençler bu hususu daima göz önünde tutmalı büyüklerin uyarılarını dikkate almalıdırlar.
Son olarak gençlerimizi uyuşturucunun içine çeken alt kültürden bahsetmek istiyorum. İçki uyuşturucu, kumar, şans oyunları, sapıklıklar, fuhuş evden kaçma gibi faaliyetlerin tümünü besleyen, ortaya çıkaran ortama "Uyuşturucu Kültürü" adını veriyoruz. Zararlı alışkanlıkların temelinde bu vardır ve bunu önlemek uyuşturucu kültürüyle mücadeleye bağlıdır.
Bu kültürün filizlendiği birahane, pub, diskotek, kahvehane, kumarhane, meyhane ve benzeri yerlerden uzak durmalıdır.
Bira ve "alkolsüz" denilen bira, alkolizm ve uyuşturucu batağının başlangıç basamağıdır.
Yine milli manevi değerlerimiz, yüzyıllardan beri nesilden nesile intikal eden geleneklerimiz uyuşturucu kültürünün panzehiridir. Bu değerlere sarılmak zorundayız.
Doç. Dr. Safa Saygılı (Psikiyatris)

Kokainomani

Kokainomani Kokain tiryakiliğine verilen ad. Uyuşturucu madde düşkünlüğünün en yaygın ve en tehlikelilerindendir. Sinirler kısa bir sürede tatlı bir şekilde uyarılır; fakat sağlıkta önemli düzensizlikler meydana gelir. Uykusuzluk, kalp çarpıntısı, iştahsızlık, hezeyanlar (gerçeğe uymayan ve mantıklı düşünce ile değiştirilemeyen inanç), sayıklama, çıldırma, ahlak duygusunun kaybı önemli arızalardır. Kişi, devamlı olarak kokain almak ister. Kokainman hem kendine, hem de başkalarına karşı tehlikelidir. İntihar ve cinayet fikirlerini geliştirir.

Tedavi görecek hasta, bir hastahanede doktor kontrolünde kokaini bırakır.Kesilmeden dolayı bir takım belirtiler görülünce hemen tedbir almalıdır. Kokainmanlar, kokain ihtiyaçlarını burundan toz halindeki kokain klorhidratı çekmek veya deri altına şırınga etmek suretiyle giderirler. Burun yolu ile kullananlarda, burun mukozasında ve ayırıcı duvarında zedelenme ve hatta delinmeler görülebilir. Kalp, akciğer, karaciğer üzerinde ciddi rahatsızlıklar yapar. Migren, bulantı, bayılmalar olabilir. Solunum merkezi bozukluğu ile ölüm olabilir.

Amerika’da, doğuda “Crack”, batıda “Rock” adlı yeni kokain ise, ucuza mal edilen ve içinde eter ve aseton gibi son derece zararlı maddeler bulunan bir zehirdir. (Bkz. Koka Ağacı, İlaç Alışkanlığı)

İlaç Bağımlılığı

Alm. Rauschgiftsucht (f), Fr. Toxicomanie (f), l’habitude des drogues, İng. Drug abuse, Drug addiction. Bir ilâca veya maddeye bağımlı olma ve almayınca eksikliğini hissetme durumu. İptilâ. Hemen bütün insanlar belli durumlar karşısında ilâç kullanma yolunu seçer. Baş ağrıdığında bir aspirin almak, sıkıntılı durumlar yaşandığında bilinen bir sâkinleştirici almak, hattâ iş yaparken uyku kaçırması için kahve içmek bunların en sık görülenleridir. İptilâ (addiction)ların üç karakteri vardır:

1. Her şart altında ilâca devâm etmede önüne geçilmez bir arzu ve ihtiyâcın duyulması (compulsion).

2. Devamlı olarak dozun arttırılması lüzumu.

3. İlâcın tesirlerine karşı psikolojik veya fizyolojik bir ihtiyacın duyulması:

a) Psikolojik ihtiyaç hâlinde şahıs, ilâcın eksikliğinde şiddetli sıkıntı ve huzursuzluk duyar, alınması ile bu iki belirti kaybolur.

b) Fizyolojik ihtiyaç hâlinde ise ilâcın kesilmesi ile berâber ortaya kesilme (abstinence) belirtileri ile hastalık tablosu çıkar.

Günümüzde kullanılan bu gibi maddelerin en çok rastlanılanları eroin, LSD, amfetamin grubu uyarıcılar ve esrardır. Olayın tehlikeli ve o derece de üzücü olan yanı kullananların büyük kısmını gençlerin teşkil etmesidir. Bir deneme merakı, grup baskısı, erişkin olmanın problemlerinden kaçma, kültürel ve âilevî problemler, kişilik bozuklukları, kompleksler, çevresel etki ve etkileşimler, ilâç alışkanlığını kolayca başlatabilmektedir. Bununla birlikte ilâç kullanma itiyadına sâdece gençler değil, yaşlılar da yakalanabilmektedir. Bu kişilerin kullanma sebebi genellikle yüzyüze geldikleri günlük problemlerden kaçma olmaktadır. Yaşlılar ilâç kullanma husûsunda gençler kadar cesur davranamamakta, sâkinleştirciler, uyku hapları ve alkole başvurmaktadır. Yaşlı olsun, genç olsun çağımızın insanını bu tip alışkanlığa iten en büyük sebep mânevî boşluktur.

Alışkanlık yapan birçok ilâç arasında bir sınıflama yapılırsa bunlar beş gruba ayrılabilir:

Uyarıcılar: Kişilerin zekâ ve fizikî olarak kendilerini rahat ve aktif hissetmelerini sağlarlar. Kokain ve amfetamin türevi ilâçlar bunlardandır.

Sâkinleştiriciler (Sedatifler): Sinirlilik, sıkıntı gibi hâllerde kullanılırlar. Uykuyu arttıran bu maddelerin yüksek dozları komaya sebeb olabilir. Alışkanlıkları kuvvetlidir. Bunların en önemlileri, morfin, eroin, barbiturat tipi uyku ilâçları ve kuvvetli müsekkinlerdir.

Halusinojenler: Kişide ruh durumuna ve hislere etki ederek duyma ve görmeyle ilgili çeşitli halusinasyonlara sebeb olurlar. En çok bilineni ve kullanılanı LSD (Lisergic asid dietilamide)dir.

Esrar: Genellikle müsekkin etkisi yapan esrar halusinasyon (hayâl) görmeyi de artırır. Duyguların açığa vurulmasını da kolaylaştırır. (Bkz. Esrar)

Çözücüler: Tutkal, kuru temizleme ilâçları ve boya incelticiler, hallusinasyonig sâkinleştirici maddelerin etkisini arttırdıklarından bu amaçla kullanılırlar.

Çeşitli gruplara giren ilâçlar birarada kullanılabilir. Uyarıcılar LSD ile yapılan “gezinti”yi uzatmak veya sâkinleştiricilerin etkisini azaltmak için kullanılırlar. Müsekkinlerle alkolün birlikte alınması tehlikeli hatta öldürücü olabilmektedir.

İlâç alma çeşitleri (yolları): Günümüzde özellikle batılı gençlerin çoğu, belli bir yaşa geldikten sonra kendilerini ilâç almaya itecek bir cemiyetin içinde bulmaktadır. O, moda olan, kolay bulunan ve harçlığının yeteceği bir ilâcı kullanmakta genellikle tereddüt etmez. İnanç bunalımı, grup baskısı, “piliç”, “bebek” veya “süt kuzusu” diye adlandırılma korkusu, âile baskısına karşı bir reaksiyon gösterme hissi onu ilâç almaya iter. Dînî eğitimden ve Allah korkusundan uzak yetişen günümüz gençleri bu boşluklarını doldurmak için bu tip alışkanlıkları bir “kaçış” yolu olarak seçmektedir. Dînimiz, alışkanlık yapan bütün uyuşturucu maddeleri kullanmayı yasaklamıştır. Bunlar ilâç olarak kullanılabilir.

İlk denemeyi yapanda, hoş olmayan hisler ortaya çıkması mûtaddır. İlâcı alan hastalanabilir veya kullandıktan sonra uzun süre mahmurluğu üzerinden atamaz. Yaşlı olsun genç olsun çok kimse için ilâç, bir boşluk doldurma vâsıtasıdır. Esrar ve sâkinleştiriciler sıkıntıları hafifletmesi, uyarıcılar güven vermeleri, LSD can sıkıntısından uzak hayallere daldırması için tercih edilirler. İlk başta kullanılan maddelerin bu boşlukların doldurduğu, kişiye yeni bir sosyal hava kazandırdığı sanılır. Bu doğru değildir. Zaman ilerledikçe ilâç kullanma had safhalara varacak ve kişiyi sosyal izolasyona itecektir. Giderek dozlar artacak, kullanılan ilâç çeşidi çoğalacak ve fizikî bağımlılık (tutsaklık) gelişecektir. Fizikî bağımlılık, ilâcı almayınca kişinin normal vücut faâliyetlerini yapamaması ile görülen korkunç bir durumdur.

İlâç alan kişi bir dozu kaçırınca veya ilâç bulamayıncaya kadar, ilâca bağlandığından (tutsak olduğundan) habersizdir. Beyin ve vücut fonksiyonları ilâç alınmayınca aksamaya başladıysa fizîkî tutsaklık başlamış demektir. Eroin, morfin, alkol tutsakları, bu maddeleri bulamayınca vücutları normal işleyişlerini yapamaz ve “abstinans” denilen eksiklik belirtileri ortaya çıkar. Eroin tutsakları gerekli dozu bulamayınca ölümle sonuçlanabilen ve “Cold Turkey” (soğuk hindi) denilen eksiklik belirtileri gelişir. Kişide sıkıntı, sinirlilik, gerginlik, huzursuzluk, sersemlik, uykusuzluk, ağır terleme, burun akıntısı, göz sulanması, pupillalarda (gözsiyahı) daralma, genel titreme, ishal, şiddetli karın ve kas ağrıları (kramplar), bulantı-kusma, iştahsızlık, üşüme, baş ağrısı, tüylerin dikenleşmesi, kalp-solunum hızlanması, tansiyon yükselmesi, şuur bozukluğu, hayal görmeler, intihar girişimleri, koma, ölüm görülebilir.

İlâca karşı duyulan şiddetli arzu, boşlukta kalma korkusu ve hayâtın ilâcın verdiği duygular üzerine kurulması, müptelânın alışkanlıktan vazgeçilmesini son derece zorlaştırır. Müptelâlar bu hayâtını ancak hızla arttırılan ilâç dozlarıyla devâm ettirebilir. İlâç tutsakları yüksek fiyatla bu maddeleri satanlara muhtaçtır. Uyuşturucu maddeyi bulma arzu ve içgüdüsü kişiyi fuhşa, hırsızlığa hattâ soğukkanlılıkla adam öldürmeye iter. Son yıllarda ortaya çıkan en büyük tehlike müptelâların aynı zamanda satıcı olmalarıdır. Müptelâ, uyuşturucu maddeyi alabilmek için gereken parayı yine bu maddeyi satarak elde etmektedir. Satış için devamlı kendine kurbanlar seçen satıcılar, bu kurbanlarını daha çok, para temin etmesi kolay, zengin çocukları içinden seçmektedir.

Bâzı maddelere karşı fizikî bağımlılık gelişmez ancak psikolojik bağımlılık gelişir. Yatıştırıcılar ve uyku ilâçları bu tür bağımlılık yaparlar. Uzun müddet bunları almaya devâm eden kişi, bırakınca normal işlerini yapamayacağından korkar. Nikotin (tütün) de bu tür bağımlılık (iptilâ) yapan bir uyarıcı maddedir.

Kişinin uyuşturucu maddeye müptelâ olduğu nasıl anlaşılır? İnsanların doğru yoldan uzaklaştığı, yaratıcının ve O’nun peygamberlerinin emirlerine riâyetinin azaldığı günümüzde çocuklar, târifi imkânsız bir tehlike içinde bulunmaktadır. Dînimizin emirleri doğrultusunda yetişmeyen gençlerin, rahatlıkla uyuşturucu tuzağına düşebileceği acı bir gerçektir. Bütün insanlığın veya kendi çocuklarımızın böyle bir duruma düşmesi karşısında yapılacak şeyler önemlidir. Bu bakımdan erken anlamak ve teşhis etmek o kişiyi cemiyete tekrar kazandırmak açısından çok önemlidir.

İlâç alışkanlığının ilk belirtisi davranışlarındaki müphem değişikliklerdir. Arkadaşları değiştirme, giyiniş, ilgi alanları, mîzaç, okuldaki başarının değişmesi bunu takib eder.

İpucu olarak unutulmuş ilâç kutuları, kapsüller, yeşilimsi renge dönmüş tütün önemlidir. Gençte âniden başlayan bir bitki yetiştirme ilgisi hemen dikkati çekmelidir, çünkü o büyük ihtimalle “Cannabis sativa” denilen kenevir bitkisini yetiştirmeye çalışıyordur. Esrar bitkisi kendine has bir kokuya sâhiptir. Bir defâ duyulunca unutulmayan bu koku havalandırması az bir odanın perdelerine ve diğer eşyâlara sinmiş olabilir.

Sağlık ve görünüşteki değişiklikler de önemli belirti ve ipuçlarıdır. Kuru öksürük, dudakların etrafında soyulmalar ve çok su içme esrar kullanma göstergesi olabilir. Esrar müptelâları kendilerini uykulu ve miskin hissederler. Bâzan gözleri kan çanağına döner ve yine bâzı zamanlarda aşırı iştah periyodlarına girerler. Müsekkin müptelâları ilgisiz, uyuşuk ve miskindirler. Aşırı dozlar uzun süren uyku ve hatta koma ile kendini belli ederler. LSD müptelâları kendilerine âit bir dünyâda yaşarlar. Dış dünyâya kapılarını kapatmışlardır. Şüpheci bir göz hayal (halusinasyon) gören birini rahatça fark edebilir. Eroin ve morfin bağımlıları gözbebeklerinin toplu iğne başı kadar küçülmeleri ile tanınabilirler. Dirsek içinde mor iğne zerk yerleri eroin müptelâlarında görülen en önemli belirtidir.

Tedâvi ve kişiyi cemiyete kazandırma: Müptelâyı alışkanlığından vazgeçirmekten çok, alışmasını önlemek en mühim hâdisedir. Çocuğun ahlâkî gelişimi, dînin esaslarının öğretilmesi bu hususta en faydalı konulardır. İlâca başlayanda en önemli husus ise erken teşhistir. Bu safhada arkadaş değiştirme, sıkı tâkib, iş ve çevre değişimi ve özellikle tecrübeli bir psikoloğun tavsiyeleri faydalıdır. Vakit ve ilâç kullanma süresi uzadıkça tedâvî de o derece zorlaşır. Tedâvî bu konuda uzmanlaşmış şahıslarca yapılmalıdır.

Bir maddenin âniden bırakılmasıyla birden çok şiddetli eksiklik belirtileri ortaya çıkar. Fizikî bağımlılık yapan alkol, eroin, morfin, kokain gibi maddelerde bu belirtiler tehlikeli hattâ öldürücü olabilir. Bir ilâcı hiçbir zaman doktor kontrolü olmaksızın bırakmaya çalışmamalıdır. Sâdece çok az hastada-ki bunlar çok kuvvetli irâdeye sâhiptir- bırakma teşebbüsü başarılı olur.

Psikolojik iptilâ yapmış maddelerde kişi daha çok bir boşluğu doldurmak için ilâç kullanmaktadır. “Onsuz yapamam!” duygusu kişiyi tekrar ilâç kullanmaya döndürür. Sâdece kendine güven duygusu kazandırma, olaylara müsbet bakmasını sağlama çok hastada başarılı olmaktadır.

Çocuk uyuşturucuya alıştıysa: İlk olarak çocuğun ilâç müptelâsı olduğu fark edildiği zaman yapılan fevri ve aceleci davranışlar faydadan çok zarar getirecektir. Hemen doktor ve polis çağırmak koma halleri dışında yararsız hatta daha zararlıdır.

İlk yapılacak şey, çocuk (genç kız veya delikanlı) ile yakın ve sıcak bir dostluk ilişkisi kurmaya çalışmak olmalıdır. Samimî bir yakınlıktan sonra problemlerini, dostlarını, kendisini bunalıma iten sebepleri zaman geçtikçe tek tek anlatacaktır.

Diğerlerine göre daha az zararlı bir ilâcı alan çocuğun üzerine gitmek onu kendince haklı çıkartır ve daha büyük iptilalara düşmesine sebeb olabilir.

Daha sonra yapılacak şey bir doktora kendi isteğiyle gitmesini sağlamaktır. Bu konuda uzmanlaşmış bir kişinin fikirleri ve insanca yaklaşımı “genç hapçı”nın olaylara bakışını kolayca değiştirebilir. Daha ciddî vakâlarda ilk başta yapılacak hiçbirşey yokmuş gibi gözükür. Genç ilâç kullanmakta kararlı ve ısrarcıdır. Bu durumda bıkmadan, usanmadan dostça bir yaklaşımla gencin problemlerini anlamaya çalışmalıdır. İlâç bir hayat boşluğunu doldurmak için kullanılmaktadır. Gerçek dostlarla arkadaşlık yapmasını sağlama, iş, spor ve boş zamanı değerlendirme alışkanlıklarını değiştirme de faydalıdır.

Dağınık Masa Sendromu

Üzeri evrak yığılı, dağınık masalarda uzun saatler boyunca çalışmak, kişilerin ruhunda derin yaralar açıyormuş. Bilim adamları, evrak yığılı ve dağınık masaların, çalışanları hasta ettiğini keşfetti. Bilgisayar monitörleri üreten NEC-Mitsubishi adlı grup tarafından yaptırılan araştırma sonuçlarının, yeni bir rahatsızlığın varlığına işaret ettiği ve milyonlarca çalışanın bu durumdan etkilendiğini ortaya koyduğu kaydedildi. Ofis çalışanlarında görülen bu rahatsızlığı, dağınık masa sendromu olarak adlandıran bilim adamları, uzun çalışma saatleri, karmaşık masa düzeni ve işlerin kötü gitmesinin çok sayıda kişinin ruhunda derin yaralar açtığını ifade etti.

TATİL YAPARSAN GEÇER!


Araştırma, düzenli tatiller ve kişinin masa düzenini kendine göre ayarlamasının, hastalığın ortaya çıkması ihtimalini azaltabileceğini de ortaya koydu. 2 bin kişinin katıldığı ankette katılımcıların yüzde 67 si, iki yıl öncesine göre daha çok masabaşında olduklarını söyledi. Bu kişilerin yüzde 40 ı da günlerini geçirdikleri masanın dağınıklığından şikayetçi oldu.


Ankete katılanların yüzde 35 i sırt ve boyun ağrılarından şikayet ederken, bunu da masalarında rahatsız pozisyonda oturmalarına bağladı. NEC-Mitsubishi, Open Ergonomics adlı bir başka firmayla iş birliği yaparak, bu sendroma yakalananlara yönelik bir rehber hazırladı.


Böyle kurtulun


Dağınık masa sendromuna karşı öneriler şöyle:


- Masanıza özel bir eşya yerleştirin


- Stresi azaltmak için masa düzenine daha çok dikkat edin.


- Sırt ağrılarına karşı sürekli dik oturmaya özen gösterin.


- Masa başında beş dakikanızı esneme hareketlerine ayırın.


- Konsantrasyonu ve genel sağlık durumunu iyileştirmek ve iş arkadaşlarınızla iletişiminizi güçlendirmek için düzenli aralıklarla masadan uzaklaşın.


- Masanızda, iş dışındaki hayatınızı hatırlatacak nitelikte size özgü bir nesne bulunsun.


- Masa başında çalışırken enerjinizin düşmemesi için bol su için ve ortamın fazla ısıtılmamasına dikkat edin.

İşitme Kaybıyla Doğan Bebekte Erken Teşhis

Saglikbilgisi.com : Duyu Sistemleri Sağlığı : İşitme Kaybıyla Doğan Bebekte Erken Teşhis
Misafir ... Kayıt için tıklayın veya giriş yapın ... Saglikbilgisi.com Sözlük :A B C Ç D E F G H I İ J K L M N O Ö P R S Ş T U Ü V W Y Z









İşitme Kaybıyla Doğan Bebekte Erken Teşhis

DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. DR. ŞERBETÇİOĞLU: -''YENİDOĞANDA İŞİTME KAYBI OLDUĞUNU 6 AYDAN ÖNCE ANLAYABİLİRSEK, İŞİTME CİHAZIYLA VEYA İMPLANTLA DUYMASINI SAĞLAYABİLİRİZ'' -''İŞİTME KAYBI, DOĞUMDA RASTLANAN BÜTÜN BOZUKLUKLAR İÇİNDE EN FAZLA RASTLANAN TİP'' -''SOSYAL GÜVENLİK KURUMU, İŞİTME ENGELLİ DOĞAN BEBEKLERE KARŞI CİMRİ DAVRANIYOR''

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Şerbetçioğlu, yenidoğanda işitme kaybı olduğunun 6 aydan önce anlaşılabilmesi halinde, işitme cihazı veya implantla duymasının sağlanabileceğini bildirdi.
Antalya'da düzenlenen 30. Türk Ulusal Kulak Burun Boğaz Baş Boyun Cerrahisi Kongresi'ne katılan Prof. Dr. Şerbetçioğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Ana-Çocuk Sağlığı Aile Planlaması Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Özürlüler İdaresi, Hacettepe Üniversitesi, Marmara Üniversitesi Gazi Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi tıp fakültelerinin katılımıyla 2004 yılından bu yana Ulusal Yenidoğan İşitme Tarama Programı yürütüldüğünü ifade etti.
Programın ilk olarak 24 ilde başlatıldığını ve bu yıl 72 ile ulaşıldığını anlatan Şerbetçioğlu, bu yılın sekiz aylık döneminde 139 doğum evinde 216 bin 249 yenidoğanın, programın başladığı yıldan itibaren ise toplam 630 bin 246 yenidoğanın taramadan geçirildiğini belirtti.
Tarama sonucunda yenidoğanlarda işitme kaybının bin bebekte 2 olarak tespit edildiğini vurgulayan Prof. Dr. Şerbetçioğlu, dünya ortalamasının ise binde 1 ile 3 arasında olduğunu dile getirdi. Şerbetçioğlu, şöyle konuştu:
''İşitme kaybı doğumda rastlanan bütün bozukluklar içinde en fazla rastlanan tiptir. İkinci sırada yarık damak dudak, üçüncü sırada da down sendromu bulunmaktadır. Sık olarak rastlandığı için de taranması gerekiyor. ABD'de 1990 yılından bu yana başarıyla sürdürülen bu tarama tekniğini 2004 yılından bu yana Türkiye'de de uygulamaya başladık. Yenidoğanda işitme kaybı olduğunu 6 aydan önce anlayabilirsek, işitme cihazıyla veya implant ile duymasını sağlayabiliriz. Araştırmalar, 6 aydan önce işitme kaybı olduğu tespit edilen bebeklerin işitme cihazı veya implant uygulamasıyla normal işitenlere yakın şekilde konuşabildiklerini gösteriyor.''

-NEDEN İŞİTME KAYBI OLUYOR?-

Prof. Dr. Bülent Şerbetçioğlu, işitme kaybıyla doğan bebeklerin yüzde 20'sinde genetik geçiş tespit ettiklerini anlattı.
Bu oranın Avrupa'da yüzde 50'ler düzeyinde olduğuna işaret eden Şerbetçioğlu, Türkiye'de işitme kaybının sebepleri arasında ilk sırada olumsuz tıbbi koşulların geldiğini söyledi. Şerbetçioğlu, şu bilgileri verdi:
''Çok ileri işitme kaybı bulunanların yüzde 20'sinde genetik köken bulduk. İç kulağın içinde, potasyum girişine olanak sağlayan kanallarda bozuklukla seyreden bir mutasyon belirledik. Orada yapı bozukluğuna neden olan genetik geçiş var. Genetik geçiş bizim ülkemizde yüzde 20, Avrupa'da ise yüzde 50'ler düzeyinde. Bizdeki oran daha düşük. Ülkemizde olumsuz tıbbi koşulların etkisiyle çocuklarda işitme kaybı fazla. Mesela doğum anında oksijen yetersizliğiyle karşılaşabilirler. Beyin oksijensiz kalınca beyin içindeki çeşitli sinir hücreleri ölüyor. Bununla ilgili olabilir. Ayrıca sarılık geçirebilirler. Sarılık konuşmayı algılama bozukluğu yaratıyor. Anne ve babaların dikkat etmesi gereken, doğum sırasında veya sonrasında sorunla karşılaşılmasını önleyecek tıbbi olanakları sağlamaları. Sarılık varsa, bunu ciddiye alıp doktor kontrolünde tedavisini en erken düzeyde yapmaları lazım. Bu, fizyolojik, bir gün süren sarılık değil, ağır sarılıklar için geçerli. Bunun ciddiye alınması lazım. Anne karnındayken radyasyon alması da olumsuz bir faktör. Anne karnındayken virütik enfeksiyon geçirilmesi etkili. Örneğin kızamıkçık çok tehlikeli.''
İşitme kaybının doğumsal olduğu gibi doğumun ardından da ortaya çıkabileceğine işaret eden Şerbetçioğlu, doğumun ardından görülen kızıl, kızamık, menenjit gibi yüksek ateşle seyreden hastalıkların bebeklerde işitme kaybına neden olabildiğini, ebeveynlerin bu hastalıkların ardından bebeklerinde işitme yetisinde kayıp olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini vurguladı.

-EBEVEYNLERE İPUÇLARI-

Bülent Şerbetçioğlu, anne ve babalara, bebeklerinde işitme kaybı olduğunu nasıl test edebileceklerine yönelik ipuçları da verdi.
Ebeveynlerin, çocukları 2-3 yaşına gelip hala konuşmaya başlamamasının ardından hekime başvurduklarını ve işitme kaybının teşhisinde de bu yüzden geç kaldıklarını anlatan Şerbetçioğlu, şöyle devam etti:
''Beynin gelişimi ilk bir yıl içinde en aktif, ikinci ve üçüncü yıllarda daha az aktif oluyor. Çünkü çocuk doğar doğmaz konuşmaya programlanmış durumda. Bunu yapabilmesi için de duyması lazım. Duyamadığı zaman konuşmayı geliştiremiyor. Amacımız çocukların en erken dönemde anne ve babadan bağımsız bir testle işitme kaybının varlığını tanımak. Ebeveynler çocuklarında işitme kaybı olup olmadığını anlamak için, bebeğin uykuya dalma anında yüksek ses çıkarabilirler. Burada uykuya dalma anı beklenmelidir, çok ağır uykuda bu yöntem yararlı olmayabilir. Sesi duyunca anneyi emerken beslenmeyi kesiyor mu, sese karşı tepki veriyor, bakıyor, uyanıyor, emmesini kesiyor mu buna bakılır. Bu yöntem denenirken sesi çıkaran kişinin görünmemesi lazım. 6. ayında ismi söylendiğinde ismine ilgi gösteriyor mu, 9. aydan sonra ilgisini çeken seslere bakıyor mu, birinci yaşından sonra annesinin söylediği komutu yerine getiriyor mu bunlar ipuçları olabilir.''

-''SGK İŞİTME ENGELLİYE CİMRİ DAVRANIYOR''-

Prof. Dr. Bülent Şerbetçioğlu, işitme kaybı olan çocukların günümüzde karşılaştıkları en büyük sorunun ise Sosyal Güvenlik Kurumu'nun işitme cihazlarına verdiği ücretin düşüklüğü olduğu söyledi.
Şerbetçioğlu, sözlerini şöyle tamamladı:
''Sosyal Güvenlik Kurumu daha önce işitme cihazlarına verdiği 850 YTL bedeli, yapılan son değişiklikle dijital cihazlarda 350 YTL, analog cihazlarda 175 YTL'ye düşürdü. Bu bence büyük bir fiyasko. Ne yazık ki Sosyal Güvenlik Kurumu işitme engelli doğan bebeklere karşı cimri davranıyor. Cimri davrandığı için de bizim kurmaya çalıştığımız tarama sistemi randımanlı yürütülemeyecek. Tanıyı koyacağız, ama aileler bu işitme cihazını sağlayamayacaklar.''
AA

Çocuğa Uygulanan Şiddetin Sonuçları

ÇOCUK VE ERGEN PSİKİYATRİ UZMANI DR. ÇEVİKASLAN: ''ENSEST İLİŞKİLER, TÜRKİYE'DE ÜZERİ KAPATILAN, HATTA DAHA DA ACISI, ÜZERİ KAPATILMASI HERKES İÇİN EN HAYIRLISI OLARAK GÖRÜLEN BİR DURUM'' -''ÇOCUK EVDE ŞİDDET GÖRÜRSE BUNU KENDİSİ DE UYGULAYACAKTIR. BU NEDENLE EVDE ELİMİZİ VE DİLİMİZİ TUTACAĞIZ''

Çocuk ve Ergen Psikiyatri Uzmanı Dr. Ahmet Çevikaslan, ''Ensest ilişkiler, Türkiye'de üzeri kapatılan, hatta daha da acısı, üzeri kapatılması herkes için en hayırlısı olarak görülen bir durum'' dedi.
Çevikaslan, Kayseri Barosu Çocuk Hakları Komisyonu tarafından düzenlenen ''Çocuğa Uygulanan Şiddetin Psikolojik, Sosyolojik ve Hukuki Sonuçları'' konulu panelde, erkeklerde fiziksel şiddet, isim takma, hor görme, küfür gibi eylemlerin, kızlarda ise sözel tacizler ve cinsel şiddetin daha fazla görüldüğünü söyledi.
İsim takma, itip kakma gibi eylemlerin artık gençler arasında normalleştiğini vurgulayan Çevikaslan, şöyle devam etti:
''Şiddet reyting aracı haline getirildi. Özellikle magazin programlarına bakın, ünlüler birbirleriyle atışıyor. Bu ünlüler, çocukların hayran olduğu kişiler. Bunları yapımcılara ilettiğiniz zaman (o saatte çocuklar izlemesin, ne yapalım) gibi pişkince cevaplar verebiliyorlar. Bizim meslektaşlarımız da sanki çok kolaymış gibi (çocuklara izlettirmeyin) diyorlar. Sadece televizyonlar değil, video oyunları da son 10-20 yıldır çocuklar tarafından çok sık oynanıyor. Bunun adına da (stratejik oyun) diyorlar. Bu oyunlarda adam kaçırıyorlar, adam öldürüyorlar, adam yaralıyorlar. Sabahlara kadar uykusuz kalıyorlar.''

-''GERÇEKLİK VE FANTEZİ''

Bir televizyon dizisindeki karakterinin, son dönemlerde 12-16 yaş grubu ergenler ve yetişkinler tarafından model alındığını iddia eden Çevikaslan, sözlerini şöyle sürdürdü:
''Bakıyorsunuz, okullarda siyah takım elbiseli gençler dolaşıyor. Daha önce bu öğrencilere kesinlikle ceket giydiremezdiniz. Siyah takım elbiseyle dolaşan gençleri artık biz de seanslarımızda da görmeye başladık. Gerçeklik ve fantezi birbirine karışabiliyor. Çocuklar, bunları gözlem, taklit ve en önemlisi özdeşim yoluyla öğreniyor.''
Son dönemlerde gelişen teknolojinin ''siber şiddeti'' yaygınlaştırdığını da öne süren Ahmet Çevikaslan, çocukların ve gençlerin birbirlerini internet ya da cep telefonları ile taciz ve tehdit ettiklerini anlattı.
Türkiye'de siber şiddetin oranının, çocuklarda yüzde 30-40'lara kadar ulaştığını dile getiren Çevikaslan, bunların çoğundan ebeveynlerin haberinin olmadığının altını çizdi.
Seçim sürecindeki Türkiye'de, çocukların ''politik şiddete'' de maruz kaldıklarını ifade eden Çevikaslan, şöyle konuştu:
''Politik şiddetin olduğu, çeşitli ideolojilerin çocukları kullandığı ortamlar, sadece çocuğu istismar etmiyor, çocukluğunu da istismar ediyor. Bir kuşağı tehdit ediyor. Bir kuşak ciddi manada tehlike altında oluyor. Dünya görüşü ve bakış açısı bu şekilde şekilleniyor. Sadece bir çocuğu değil, o dönemde büyüyen çocukların tamamını istismar ediyorsunuz. İşte görüyorsunuz, sokaklarda taş atan veya pankart taşıyan küçük çocukları. Bu da şiddetin ta kendisidir. Çocuk bu durumun farkında değil. Onları büyükler koruyacak.''

-ENSEST İLİŞKİLER-

Cinsel istismar konusu üzerinde ciddiyetle durulması gerektiğine dikkati çeken Çevikaslan, şu bilgileri verdi:
''Cinsel istismar, hem fiziksel şiddettir hem duygusal şiddettir hem de toplumsal bir ayıptır. Bazı zamanlar dehşet içinde kalıyorum. Bu durum toplumsal ayıbımız olarak duruyor. Adli Tıp Kurumu'nda yaklaşık 3 ay kadar bilirkişi olarak görev yaptım. Tacizin o kadar çok çeşidini gördüm ki. Özellikle ensest ilişkiler. Bu, Türkiye'de üzeri kapatılan, hatta daha acısı, üzeri kapatılması herkes için en hayırlısı olarak görülen bir durum. Karşıma 15 yaşında kız çocuğu geldi, amcasından hamile. Rapor verseniz ceza 15 yıldan başlayacak, ancak verdiğimiz rapor çocuğun hayatını da belirleyecek. Dışarıda töre bekliyor. 40 katır mı, 40 satır mı misali. Dışarı çıkacak ya evlenecek ya ölecek ya da başka bir şey olacak. O amca da evin varlıklı amcası, sponsoruysa, olay işin içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Gerçekten bu konu toplum olarak üzerinde durmamız gereken ayıplarımızdan birisidir.''
Şiddetin toplumsal problem olarak kabul edilmesi gerektiğini dile getiren Çevikaslan, artık bunun dünyanın problemi haline geldiğini anlattı.
Türkiye'nin yasal mevzuatını bu doğrultuda yeniden düzenlemesi gerektiğini vurgulayan Çevikaslan, şöyle dedi:
''Madem ki şiddet ikili ilişkilerden kaynaklanıyor, ikili ilişkilerdeki orantısız güç kullanımından kaynaklanıyor, o zaman çocuklarımıza açık iletişimi öğretmeliyiz. İki insan birbiriyle konuşamadığı zaman birbirini ikna etmek için güç kullanır. Onun için iletişimi öğretmeliyiz. Bu da aileden geçer. En başta anne babalar olarak çocuklarımıza açık iletişimi, sağlıklı iletişimi öğretmeliyiz. Bu konuya aileler kadar öğretmenler, dizi ve film yapımcıları, siyasi partiler de dikkat etmelidir. Hassas davranmalıdır. Çünkü bu çocuk için olduğu kadar toplum için bir problem, ülkenin problemidir. Çocuk evde şiddet görürse bunu kendisi de uygulayacaktır. Bu nedenle evde elimizi ve dilimizi tutacağız.'' (AA)

Cep Telefonu Kullananlarda Beyin Kanseri Riski

T-HASAK YÖNETİM KURULU BAŞKANI PROF. DR. PEKCAN: -''CEP TELEFONU KULLANANLARDA, KULLANILAN KULAKTA VE KULLANILAN TARAFTAKİ BEYİN BÖLGESİNDE KANSERİN DAHA SIK GÖRÜLDÜĞÜ GÖZLENDİ'' -KANADALI BİLİM ADAMI DR. FISHER: -''2005'DE YAPILAN ÇALIŞMADA, 2 BİN BEYİN TÜMÖRÜNÜN CEP TELEFONU KULLANIMINA BAĞLI OLARAK GELİŞTİĞİ BELİRLENDİ''

Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Derneği (T-HASAK) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hikmet Pekcan, kanserin genetik özelliklerin yanı sıra çevre koşullarıyla da doğrudan bağlantılı olduğunu belirterek, ''Cep telefonu kullananlarda, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyin bölgesinde kanserin daha sık görüldüğü gözlendi'' dedi.
Pekcan, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserin insan vücudunda bir hücrenin işlev görmeden anormal büyümesi olarak tanımlandığını ifade ederek, ''Anormal büyüme çoğunlukla insanın yapı taşı olan DNA'sıyla ilgilidir. DNA'yı da beslenme alışkanlığı, kilo, tütün ve alkol kullanımı ile çevresel koşullar başta olmak üzere birçok faktör etkilemektedir'' diye konuştu.
Kanserin, görülme sıklığının giderek artış gösterdiğini ifade eden Pekcan, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, ''2010'da kanserden 15 milyon kişinin yaşamını yitireceğinin ve 20 milyon kişiye kanser tanısı konulacağının öngörüldüğünü'' söyledi. Türkiye'de de aynı tarihlerde yaklaşık 150 bin kişinin kansere yakalanmasının beklendiğini belirten Pekcan, ''Kanserlerin yüzde 35'i beslenme, yüzde 30'u sigara kullanımı ve maruziyeti, yüzde 10-15'i enfeksiyon hastalıkları nedeniyle oluşmaktadır'' dedi.
Pekcan, erken tanı ile yaşam süresinin uzatılabildiğini hatta tümörün tamamen yok edilebildiğini belirterek, şunları kaydetti:
''Erken tanı için düzenli kontrol, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri gelmektedir. Kişiye yönelik koruyucu önlemler, erken tanı, dengeli- yeterli beslenme, ilaçla koruma, kişisel hijyen, sağlık eğitimi, aile planlaması ve bağışıklamadır. Çevreye yönelik olarak da biyolojik çevreye (mikroplar, yiyecekler, ağaçlar, bitkiler), sosyal çevreye (okullar, askeri birlikler, internet kafeler, kahvehaneler), fiziki çevreye (su, hava kirliliği, atıklar, gürültü, radyasyon, baz istasyonları) yönelik koruyucu önlemler alınmalıdır.''

-''HORMONLU GIDA VE YANLIŞ GÜBRE KULLANIMI''-

Pekcan, kanserin genetik yatkınlığın dışında çevresel koşullarla da doğrudan ilgili olduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi:
''Kanserlerin oluşmasında en önemli etken çevre kirliliğidir. Hava ve suyun kirletilmesi, toprağın yanlış kullanılması sağlık açısından risk yaratmaktadır. Ekilebilir araziye fabrika inşa edilmesi, atıkların uygun yerlere boşaltılmaması toprağın kirletilmesi verilebilecek en güzel örneklerdir. Mevsim koşulları gözetilmeden sebze-meyve yetiştirildiği için hormonlu gıda ve yanlış gübre kullanımı kansere neden olabilmektedir. Bu gıdaların tüketilmesi halinde de vücuttaki hücreler yer değiştirmektedir. Dolayısıyla, bilinçsiz kullanılan gübre ve böcek öldürücü ilaçlar ile yetiştirilen sebze ve meyvenin kanserojen özelliği ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan ozon tabakasının delinmesi sonucunda güneşin istenmeyen ışınları başta deri kanseri olmak üzere sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Güneşin özellikle dik geldiği saatlerde uzun süre güneş ışınına maruz kalanlarda, yaşamının bir döneminde deri kanserine yakalanma riski artmaktadır. Bunların yanı sıra nüfus artışı, ekonomik gelişmeler, hızlı kentleşme de çevresel faktörlerdir.''
Baz istasyonlarının kansere etkisiyle ilgili bilim adamlarının farklı görüşlerde olduğunu ve bu alanda bilimsel bir verinin bulunmadığını dile getiren Pekcan, yapılan ön araştırmalarda ''cep telefonu kullanımında, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyinde kanserin daha sık görüldüğünün gözlendiğini'' bildirdi. Pekcan, ''Ayrıca kullanıcılarda, telefonun bedene yakın olduğu yerlerde de kanser görülme riskinin kullanmayanlara oranla yüksek olduğu bulunmuştur'' diye konuştu.

-''HER İKİ KİŞİDEN BİRİ CEP TELEFONU KULLANIYOR''-

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer de elektromanyetik alanlarla kanser arasındaki ilişkinin bilim adamlarının çoğu tarafından kabul edildiğini söyledi. Tuncer, ''Her iki kişiden biri cep telefonu kullanıyor. Bunun yan etkisinden hem kendisi hem de çevresindekiler zarar görüyor'' dedi.
Murat Tuncer, ABD'de 8-12 yaşları arasındaki çocukların yüzde 46'sının cep telefonu kullanıcısı olduğunu belirterek, ''Cep telefonu kullanımının beyin kanserinin görülme sıklığını 2 kat artırdığını'' kaydetti.
Kanadalı bilim adamı Dr. Haward W. Fisher de elektro manyetik alanların kesinlikle insan sağlığını olumsuz etkilediğini, bunun çeşitli ülkelerde yapılan kapsamlı araştırmalarla ispatlandığını bildirdi.
Cep telefonu başta olmak üzere baz istasyonları gibi elektromanyetik alanların ''Beyin kanseri, lösemi riskini artırdığını, genetik yapıya hücrelere zarar verdiğini, kan beyin bariyerini bozduğunu, uyku düzenini etkilediğini, dikkat eksikliği ve hiperaktiviteye neden olduğunu ve birçok hastalığa zemin hazırladığını'' ifade eden Fisher, bu konuda farkındalığın artırılması gerektiğini bildirdi.
Yurt dışında çocuklar üzerinde yapılan bir çalışmayı anlatan Fisher, ''Elektromanyetik alanlara maruz kalan çocuklarda, hiperaktivite saptanmasının ardından, bu çocukların etraflarındaki cep telefonu, ışık, fön makinası gibi eşyaların azaltılmasıyla, çocukların sakinleştikleri tespit edildi'' dedi.
Fisher, yapılan çalışmalar sonucunda, ''Özellikle cep telefonunun en sık kullanıldığı baş bölgesinde beyin tümörlerinin geliştiğini'' ifade ederek, ''En sık baş bölgesinin sol tarafı kullanılıyorsa o bölgede, sağ tarafı kullanılıyorsa o tarafta tümör geliştiği saptandı. 2005'de yapılan bir çalışmada, 2 bin beyin tümörünün cep telefonu kullanımına bağlı olarak geliştiği belirlendi'' diye konuştu. (AA)

Tikler (çocuklarda)

Tikler çocuklar arasında sık görülür. Özellikle 7-11 yaşları arasında daha fazladır. Erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık gözlenmektedir.

Göz kırpma, baş sallama, omuz silkme, boğaz temizleme, ses çıkarma ya da daha karmaşık olabilen tiklerin önemli bir özelliği haftalar ve aylar içinde, hatta gün içinde çevre koşullarının değişimine göre şiddetinin artıp azalabilmesidir. Tikler uykuda belirgin olarak azalır; stres, heyecan, yorgunluk ve hastalık ile artarlar. Tik bozukluğu olanlar tiklerini bir süre için az da olsa baskılayabilirler ama bu süre sonunda tiklerde artış olabilir. Bunu gözleyen anne, baba ve öğretmenler (yanlış olarak) bu çocukların hareketleri bilinçli yaptıklarını, eğer isterlerse hiç yapmayabileceklerini düşünebilirler.

Bu da çocuk ve anne-baba arasında sürtüşmelere neden olabilir.

Tik bozuklarının gidişi genellikle iyidir. Erişkinlik dönemine geçerken şiddetleri azalır ya da kaybolurlar. Birlikte kronik bir hastalığın bulunması ve yetersiz aile desteği gidişi olumsuz yönde etkileyen etkenlerdendir.

Eğer tikler belirginse çocuğun benlik saygısını düşürüp, sosyal ilişkilerini olumsuz yönde etkileyebilirler. Ayrıca yukarıda belirtilen nedenle anne, baba ile çocuğun arasında ilişki sorununa neden olabilir, ya da var olan sorunu artırabilir. Bu nedenlerle tedavi edilmesi uygun olur.

Tik bozukluğunu bir yelpaze gibi düşünürsek, yelpazenin bir ucunda çoğu okul çocuğunda görülebilen, geçici, tek belirtili tikler varken; diğer ucunda Tourette Bozukluğu vardır. Geçici ve şiddetli olmayan tiklerde destekleyici tedavi yeterli olabilir. Burada anne, baba ve öğretmenin tiklerin istemli olmadığını kabullenmesi ve çocuğa destek olması önemlidir. Hekim tarafından da stresin azaltılması, çocuğun benlik saygısının ve aile içi ilişkilerin iyileştirilmesine yönelik yaklaşımlar uygulanabilir. Eğer tikler şiddetliyse ya da kronikleşmişse ilaç tedavisi eklenmelidir.

Aileye öneriler:

Çocuğunuzda tik benzeri tekrarlayıcı hareketler gördüğünüzde önce bu hareketleri gözlemleyin. Sıklığını, şiddetini arttırıcı ya da azaltıcı etkenler olup olmadığını, birlikte başka fiziksel belirti bulunup bulunmadığını gözleyin ve çocuk hekiminize danışın. Eğer söz konusu olan bir fiziksel hastalık değilse bir çocuk ruh sağlığı çalışanından randevu alın. Bu arada çocuğunuzun bu haraketleri istemli olarak yapmadığını bilin, tikleri için onu uyarmayın. Uyarmanızın çocuğunuzun stresini artıracağından tiklerini de şiddetlendirebileceğini unutmayın. Ayrıca uyarmanız, tam da desteğe ihtiyacı olan çocuğunuzla aranızı daha gerginleştirecek, kendine güvenini de azaltacaktır. Çoğu zaman basit tikler, bu tutumlara dikkat edilirse ve öğretmen desteği de sağlanırsa bir süre sonra geçebilecektir.

Öfke Yönetimi

SIKINTILARIN ARTTIĞI DÖNEMLERDE, KONTROL ALTINA ALINMAYAN ÖFKENİN İŞ, AİLE VE ARKADAŞ İLİŞKİLERİNİ BOZABİLECEĞİ, KİŞİDE DEPRESYON HATTA KALP KRİZİ RİSKLERİNİ DE ARTIRABİLECEĞİ BİLDİRİLDİ -PSİKİYATR DR. SÜMER ÖZTANRIÖVER: ''GELECEĞE OLUMLU BAKIN, KAPALI MEKANLAR YERİNE AÇIK YERLERİ TERCİH EDİN, HOBİLERİNİZE DAHA FAZLA ZAMAN AYIRIN VE SORUNLARINIZI PAYLAŞIN''

Özellikle sıkıntının arttığı ekonomik kriz dönemlerinde kontrol altına alınmayan öfkenin, kişinin iş, aile ve arkadaşlık ortamlarında kapanmayacak yaralar açabileceği, kişide depresyon ve kalp krizi riskini artırabileceği bildirildi.
Adana Numune Hastanesinde görevli ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı Psikiyatr Dr. Sümer Öztanrıöver, AA muhabirine yaptığı açıklamada, kriz dönemlerinde artan işsizlik ve iş kaybetme korkusunun, geleceğe dair belirsizlikleri de beraberinde getirebildiğini söyledi.
Geleceği ile ilgili kaygıları olan kişilerde, artan stresin öfke olarak ortaya çıkabileceğini belirten Öztanrıöver, bu tür kişilerin psikolojik sorunların yanı sıra çevresi ile de sorunlar yaşayabileceğine dikkati çekti. Öztanrıöver, şöyle konuştu:
''Hayatta umulmayan değişiklikler, kişilerin uzun vadeli kararlarını etkiliyor. Bireyin ev, araba sahibi olmak, evlenmek gibi düşüncelerinden uzaklaşması umutsuzluk ve karamsarlığa yol açıyor. Bu durum, özellikle dış koşullarla kendini tanımlayan, başarısıyla parasıyla işiyle bütünleşen insanlar için bir yıkım olabiliyor. Belirsizlik, umutsuzluk, kararsızlık ve üzüntü duygusu öfkeyi daha da artırıyor. Öfke ve beraberindeki sinir ise aile, iş ve arkadaşlık ortamlarında sorunları da tetikliyor. Kapanmayacak yaralar açılmasına neden oluyor. Özgüveni kendi iç dinamiklerine bağlı, kendini koşulsuz seven, kendisine değer veren kişiler ise bu durumları daha kolay atlatabiliyor.''
Kişinin hiç beklenmeyen bir zamanda kendi isteği dışında ortaya çıkan bu durumu iyi yönetmesi gerektiğini vurgulayan Öztanrıöver, ''Eğer değiştirebileceğimiz bir şey varsa önlem alabiliriz, yoksa hayatın normal akışına devam etmeliyiz'' dedi.
Kontrol altına alınmayan öfkenin depresyon hatta kalp krizi riskleri doğurabileceğini ifade eden Öztanrıöver, bu durumdaki kişilerin özellikle hobilerine yönelmesi gerektiğini söyledi.
Yoğun stres altındaki bu kişilerin kapalı mekanlardan uzak durmasını öneren Öztanrıöver, şöyle devam etti:
''Böyle durumlarda kendimiz için bir şeyler yapmalıyız. Eve kapanmak yerine bir gezinti yapmak ücretsizdir. Ayrıca spor yapmanın da bir ücreti yok. Bu tür faaliyetler, bedensel ve fiziksel olarak bizi rahatlatır. Ailemizle gidilecek bir piknik, birlikte oynanacak oyunlar, sorunları unutturarak kısa zaman da olsa sıkıntıları rafa kaldırmamıza neden olur. Kişiler bu dönemlerde neden hoşlanıyorlarsa ilgi alanlarını da onlar oluşturmalı.''

-''EŞLER BİRBİRİNİ YARGILAMAMALI''-

Ekonomik sıkıntının neden olduğu öfkenin, iş ve arkadaşlığın yanı sıra aile yaşantısını da etkilediğini bildiren Sümer Öztanrıöver, bu dönemlerde eşlerin birbirlerine daha anlayışlı yaklaşması gerektiğini ifade etti.
Öfkeli davranışların ailenin geleceğini tehlikeye sokabileceğini anımsatan Öztanrıöver, ''Eşler 'sen böyle yapsaydın, şöyle yapsaydın' şeklinde birbirini yargılamadan, mutlaka sorunlarını paylaşmalı. Paylaşılmayan sorun, daha kalıcı yaralar açabilir'' dedi.
Bu durumdaki anne ve babanın çocuklarını da incitmemesi gerektiğini söyleyen Öztanrıöver, sorunların basit şekilde çocuklarla da paylaşılmasını önerdi.

-''BESLENMEYE DE DİKKAT EDİLMELİ''-

Geleceğe yönelik kaygı ve aşırı stres altındaki kişilerde beslenme bozuklukları da yaşanabileceğini belirten Öztanrıöver, özellikle bu dönemde dengeli beslenmenin önemine değindi.
Beslenme sorununun değişik rahatsızlıklar doğurabileceğini ifade eden Öztanrıöver, ''Kriz dönemleri mutlaka olacaktır. Bu da geçer, psikolojisi ile hayattan zevk alarak geleceğe olumlu bakanlar, krizi daha iyi atlatacağını unutmamalı'' diye konuştu. (AA)

Kocasını Seven Kadın Eşini Prostat Muayenesine Yönlendirsin

TÜRK ERKEKLERİNİN MUAYENEDEN ÇEKİNMESİ, PROSTAT KANSERİNİN ERKEN TEŞHİS EDİLMESİNİ GÜÇLEŞTİRİYOR -UZMANLARA GÖRE, ERKEĞİN MUAYENEYE İKNA EDİLMESİNDE EN ÖNEMLİ ROL, EŞLERİNE DÜŞÜYOR -DEÜ TIP FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. DR. KIRKALI: -''ŞİKAYETİ OLSUN OLMASIN, HER ERKEĞİN 40 YAŞINDAN SONRA MUTLAKA KONTROLE GİRMESİ GEREKİYOR. KOCASINI SEVEN KADIN, 40 YAŞINI GEÇEN EŞİNİ PROSTAT MUAYENESİNE YÖNLENDİRMELİ''

Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Üroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ziya Kırkalı, Türk erkeklerinin muayeneden çekinmesi nedeniyle prostat kanserinin teşhisinde geç kalınabildiğini belirterek, ''Kocasını seven kadın, 40 yaşını geçen eşini prostat muayenesine yönlendirmeli'' dedi.
Prof. Dr. Kırkalı, AA muhabirine yaptığı açıklamada, erkeklerde sıklıkla görülen prostat hastalıklarının, genç yaşlarda iltihaplanma, ileri yaşlarda ise büyüme ve kanser biçiminde kendini gösterdiğini söyledi.
Prostat hastalıklarının Türkiye'deki öneminin, toplumun yaşlanmasına bağlı olarak her geçen gün arttığına işaret eden Prof. Dr. Kırkalı, ''Hayat standardı ve yaşam kalitesi arttıkça toplum da yaşlanıyor. Dolayısıyla prostat kanserinin görülmesi, Türkiye'de artmaya başladı. Bu konuda Türkiye'nin şansı, insanların Akdeniz diyeti tipi beslenme alışkanlığına sahip olması. Ancak fast-food tarzı beslenmenin yaygınlaşması önemli bir sorun'' diye konuştu.
Gelişmiş batı ülkelerinde, her 6 erkekten birinde prostat kanseri görüldüğünü, erkeklerin tamamına yakınında ise yaşlanmaya bağlı iyi huylu büyümeye ait şikayetler meydana geldiğini dile getiren Prof. Dr. Kırkalı, şöyle konuştu:
''En çok korktuğumuz hastalık prostat kanseri, çünkü kanser herhangi bir şikayet vermiyor. Şikayet görüldüğü zaman da genellikle yayılmış ya da tedavi sınırlarını aşmış konuma gelmiş oluyor. Prostat Spesifik Antijen (PSA) testi ve elle muayene ile tanı konulur. Şikayeti olsun olmasın, her erkeğin 40 yaşından sonra mutlaka kontrole girmesi gerekiyor. Ailesinde prostat kanseri olan erkekler, kontrole erken başlamalı. Hastalık erken yakalandığı zaman yüzde 100'e yakın tedavi edilebiliyor. Prostat kanseri, Türkiye'de giderek artmasına karşın, ülke geneline ilişkin rakamlar henüz çok sağlıklı değil.''

-''ERKEKLERİN DOKTORDAN KAÇMASI''-

Prof. Dr. Kırkalı, prostat kanserinin, Türkiye'de erkeklerde görülen kanserler arasında ikinci sırada yer aldığını belirterek, Türk erkeklerinin prostat muayenesinden uzak durduklarını ifade etti.
Prof. Dr. Kırkalı, ''Erkeklerin tanıdan ve doktordan kaçması, Türkiye'de çok ağır ve belirgin. Hastalığın tanısı, parmakla makattan muayene ile konuluyor. Kadınlar jinekoloğa çok yoğun gidiyor, düzenli kontrol yaptırıyorlar, ama erkekler maalesef bundan kaçıyor'' dedi.
Bu konuda toplumu bilinçlendirmek amacıyla yaptıkları çalışmalarda ağırlıkla kadınlara seslendiklerini ifade eden Prof. Dr. Kırkalı, kocasını seven kadınların, 40 yaşını geçen eşini mutlaka muayeneye yönlendirmesi gerektiğini kaydetti.
Prof. Dr. Kırkalı, dünyanın gelişmiş veya gelişmemiş bütün ülkelerinde kadın ömrünün, erkek ömrüne göre daha uzun olduğuna işaret ederek, ''Çünkü yapılan araştırmalara göre, kadınlar doktora daha sık gidiyor, daha çok muayene oluyor. Aynı olanaklar, eşit koşullarda herkese sunulmasına karşın, erkek muayeneden ve kontrolden kaçıyor'' diye konuştu.
Prof. Dr. Kırkalı, hastalıkların, sadece cinsiyet ayrımından değil, kişilerin duyarsızlığından da ilerlediğini vurguladı.

-''SORUNLARINI KONUŞAMIYORLAR''-

Kanser hastaları arasındaki iletişimin önem taşıdığını kaydeden Prof. Dr. Kırkalı, meme kanseri hastalarının bir araya gelerek sorunlarını ve deneyimlerini paylaşmaları amacıyla hayata geçirilmiş aktif gruplardan Avrupa Meme Kanseri Koalisyonu (Europa Donna) örneğinden yola çıkılarak, 2002 yılında Avrupa Prostat Kanseri Koalisyonu'nun (Europa Uomo) hayata geçirildiğini hatırlattı.
Benzer destek gruplarının, ABD ve Avrupa ülkelerinde yaygın olarak faaliyet gösterdiğini belirten Prof. Dr. Kırkalı, Europa Uomo'nun benzerini Türkiye'de kurmak istediklerini, ancak Türk erkeklerinin prostat kanserini paylaşmak ve gündeme getirmek istemediklerini vurguladı.
Prof. Dr. Kırkalı, erkeklerin sessiz kalmak istemelerinin altında çeşitli nedenler yattığını ifade ederek, şöyle devam etti:
''Erkekler için cinsel konular halen çok mahrem, konuşulması ve paylaşılması istenmeyen konular. Ayrıca prostat kanserlerinde yapılan ameliyatların yan etkileri arasında sertleşmeyle ilgili sorunlar bulunuyor ve çoğu insan bunu dile getirmek istemiyor. Halbuki bugün sinir koruyucu tekniklerle ameliyattan sonra cinsel fonksiyonların da korunabilmesi mümkün. Ancak Türk erkeği bundan korkuyor, kaçıyor. Bu durum Türkiye'ye özgü, çünkü batı toplumlarında prostat kanseri tedavisi olan insanlar bir araya geliyor, destek grupları oluşturuyorlar.''
Prostat ameliyatlarının ardından bazı hastalarda idrar kaçırmanın da görülebildiğine dikkati çeken Prof. Dr. Kırkalı, ''Az veya çok idrar kaçırmanın, abdest almayı ve namaz kılmayı engelleyeceğini düşünenler olabiliyor. Ama ibadeti yapabilmek için önce sağ olmak lazım. İyi huylu prostat büyümesinin farklı tedavi yöntemleri var. Hastaların idrar yapmaya ilişkin sıkıntıları aşılabilir'' şeklinde konuştu. (AA)

Kış Virüsü RSV Erken Doğan Bebekleri Vuruyor

TÜRK NEONATOLOJİ DERNEĞİ BAŞKANI PROF. DR. YURDAKÖK: -''RSV, ERKEN DOĞMUŞ VE DİĞER BAZI YÜKSEK RİSKLİ BEBEKLERDE HASTANEYE YATARAK TEDAVİ GEREKTİREN, ÖLÜME YOL AÇABİLECEK KADAR AĞIR KLİNİK TABLO İLE SEYREDEN ALT SOLUNUM YOLU ENFEKSİYONLARININ BAŞLICA ETKENLERİNDEN BİRİ'' -ANKARA'DA YARIN DÜZENLENECEK TOPLANTIDA, TÜRKİYE'DE RSV ENFEKSİYONLARI KONUSUNDAKİ ÇALIŞMALAR GÖZDEN GEÇİRİLECEK

Türk Neonatoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Murat Yurdakök, özellikle nisan-ekim ayları arasında salgınlar yapan, her yaştaki hastada solunum yolu enfeksiyonuna yol açan bulaşıcı Respiratuvar Sinsityal Virüsün (RSV), erken doğmuş ve diğer bazı yüksek riskli bebeklerde ölüme kadar yol açabilen alt solunum yolu enfeksiyonlarına neden olduğunu bildirdi.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yurdakök, RSV'nin küçük bebeklerde bronşiyolit ve zatürre gibi alt solunum yolu enfeksiyonlarının en temel nedeni olduğunu söyledi.
Sonbahar ve kış aylarında salgınlara sadece gribin yol açmadığını kaydeden Yurdakök, ''Her yaştaki hastada solunum yolu enfeksiyonuna yol açabilen ve oldukça bulaşıcı olan Respiratuvar Sinsityal Virüs, özellikle nisan-ekim ayları arasında salgınlar yapıyor. Yenidoğan bebeklerin yüzde 60'ı doğumdan sonraki ilk salgında RSV'ye maruz kalıyor'' diye konuştu.
Tüm çocukların en geç 2-3 yaşlarına kadar RSV enfeksiyonu geçirdiklerini, ancak bu virüsün özellikle prematüre bebekler için risk oluşturduğu uyarısında bulunan Yurdakök, şöyle konuştu:
''Yetişkinlerde ve 3 yaşın üstündeki çocuklarda basit bir üst solunum yolu enfeksiyonu olarak gözlenen hastalık, kırgınlık, burun akıntısı, boğaz ve baş ağrısı, hafif öksürük gibi şikayetlerle atlatılırken prematüre bebekler için tehlike oluşturuyor. RSV, erken doğmuş ve diğer bazı yüksek riskli bebeklerde hastaneye yatarak tedavi gerektiren ve ölüme yol açabilecek kadar ağır klinik tablo ile seyreden alt solunum yolu enfeksiyonlarının başlıca etkenlerinden biri.''
Yurdakök, RSV enfeksiyonlarının, 32 haftanın altında doğan çok küçük ve uzun süre solunum cihazına bağlı kalarak kronik akciğer hastalığı gelişmiş bebeklerde ciddi problemlere neden olduğunu, RSV enfeksiyonlarının sık görüldüğü aylarda her yıl koruyucu bağışıklama yapılmasının hastalıktan korunmada etkili olduğunu vurguladı.
Türk Neonatoloji Derneğince, yarın Ankara'da düzenlenecek ''RSV Enfeksiyonları ve Yenidoğan Bebekler'' konulu toplantıda, Türkiye'de yenidoğan sağlığında gelişmeler ve RSV enfeksiyonları konusunda yapılan çalışmalar, bağışıklık, tanı, prematürelerin RSV enfeksiyonlarından korunması konuları ele alınacak.
Toplantıya, Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürlüğü ile Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı gibi kurumların yanı sıra Hacettepe, Ege, Ankara ve Uludağ Üniversitesi tıp fakültelerinden uzmanlar katılacak. (AA)

Ağrılarla Mücadele

Hayatı bize zehir eden ağrılardan, doğru ilaçlar kullanarak kurtulmak mümkün. Ancak, çoğumuz yanlış ilaçlarla sağlığımızı tehlikeye atıyoruz. Doğru ilaç kullanılarak, ağrıların %85'ini kesmek mümkünken, yanlış kullanılan ilaçların başında ağrı kesiciler geliyor. Yapılan hatalarla ağrıdan kurtulmak amaçlanırken, zehirlenmeden böbrek yetmezliğine kadar birçok sağlık sorununa davetiye çıkarılıyor.

Çekilen ağrılar nedeniyle dünyada 700 milyon iş günü verimsiz hale geliyor. Modern tıp imkanları ağrılara çözüm bulurken yapılan araştırmalar ağrı gidermek için uyumayı tercih edenlerin bile olduğunu ortaya koyuyor.

İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Algoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Serdar Erdine, ağrının kader olmadığına dikkat çekerek "Yeni yöntemler geliştiği için ağrı tedavisinde başarı %50'den %85'e kadar çıktı. Geçmişte ameliyatla hallolan birçok bel ağrısı günümüzde ameliyatsız, dışarıdan uygulanan yöntemlerle tedavi ediliyor" diye konuştu.

Erdine, hastaların, birçok yanlış tedavi yöntemlerine yöneldiğini belirterek, bel ağrılarını dindirmek için beline jilet attıran hastalar dahi olduğunu anlattı.

Ağrıdan şikayet eden hastaya, örneğin bel, boyun ağrıları çekenlere, ağrısız bir dönem sağlamanın tedavide önem kazandığını belirten Erdine, "Hastaya ağrısız dönem sağlayarak yapacağı egzersizlerle, hareketlerle vücudu toparlayacak vakti kazandırmayı amaçlıyoruz. Burada ekip çalışması önem kazanıyor. Ağrı uzmanları hastanın ağrısını kesiyor. Fizik tedavi uzmanlarına gönderiyor, tedavilerine devam ediyorlar" dedi.

Prof. Dr. Serdar Erdine, doktora muayene olmadan gelişigüzel ağrı kesici kullanmanın tehlikeli olduğuna dikkat çekerek, ortaya çıkabilecek sorunları şöyle sıraladı: İlaç bağımlılığı, ilaç zehirlenmeleri, karaciğer ve böbrek yetmezliği, ilaçların yan etkilerinde artış. "Türkiye'de ağrı kesici ilaç en çok, %84.3 oranıyla Kuzey Anadolu'da, en az %71.0 oranıyla Batı Anadolu'da kullanılıyor.

Ağrıyı Yenmenin Kuralları

Gerginlik nedeniyle ağrı çekiyorsa sorunuyla yüzleşmeli.

Ağrıyı beyninden uzaklaştırmalı.

Duygularını serbetçe ifade etmeli. Düşündüklerini anlatmalı.

Yaşama pozitif bakmalı.

Üretken olabileceği alanlara yönelmeli.

Ağrı Çekenlere Müjde

Ağrı tedavisi ile ilgili araştırmalar tüm dünyada ilgiyle izleniyor. Birçok ülkede araştırmalarını sürdüren bilimadamları her geçen gün yeni gelişmeler kaydediyor.

Türk Ağrı Derneği Başkanı Prof. Dr. Serdar Erdine, umut verici çalışmaların, ağrı tedavisindeki başarı oranını arttıracağını söyledi.Yeni tedavi yöntemleri hakkında bilgi veren Prof. Dr. Serdar Erdine, ağrı tedavisine ilişkin umut vaadeden bilimsel çalışmaları şöyle sıraladı:

Şu anda morfinlerin verilmesini sağlayan pompaların boyutu küçülecek. Hap büyüklüğünde pompalar kullanılacak.

Hap büyüklüğünde mikroçiplerle ilaçlar, elektriksel uyaranlar ağrılı bölgeye gönderilecek. Küçük cerrahi girişimlerle yerleştirilecek.

Kişide ağrı eşiğini belirleyen faktörlerden biri de genetik geçiş. Bu alandaki gelişmelerin tedavide yeni ufuklar açması bekleniyor.

Önümüzdeki 10-15 yıl içinde çıkacak morfinlerin ve ilaçların, alışkanlık veya yan etki yapmaması sağlanacak.

İlaç Yetmezse

Kanser, bazı bel ağrıları, boyun ağrıları, sinirlerin iltihaplanması sonucu ortaya çıkan ve damarlardan kaynaklanan ağrıların ilaçla tedavi edilmesi zorlaşıyor. Bu grupta yeralan hastalara farklı yöntemler kullanılıyor. Yeni yöntemlerle kanserli hastaların ağrılarını dindirilmesinde %95'e varan başarılar elde ediliyor.

Uygulanan Yöntemler

Sinirlerin çalışması değiştiriliyor: Ağrılı bölgeye giden sinirlerin çalıştırılması, etki biçimi değiştiriliyor. İlaçla tedavisi zor olan ağrılı hastaların ağrılı bölgeye giden sinirlerine uygulanıyor. Dışardan elektriksel uyaranlar göndererek, sinir dokusu farklı çalıştırılarak ağrı dindiriliyor.

Omurgaya pil takılıyor: Küçük cerrahi müdahalelerle, omuriliğe omurilik pilleri takılıyor. Pil, ağrı sinirlerinin çalışmasını engelleyerek ağrının ortaya çıkmasını önlüyor.

Pompa kullanılıyor: Özellikle kanser ağrılarının dindirilmesinde pompayla morfin verilmesi önemli bir gelişme. Morfin ağız ve diğer yolların dışında deri altına yerleştirilen pompa ile veriliyor. Bu pompayı hasta kendi de kullanabiliyor. Bu yöntemle ağızdan verilen morfin miktarının onda biri kadarını kullanarak ağrı dindirmede aynı başarı sağlanmış oluyor. Ağızdan morfin verildiğinde ortaya çıkan baş dönmesi, uyku hali gibi şikayetler ortadan kalkıyor. Hastalar pompayı nasıl kullanacağı konusunda eğitiliyor. Aletler hastanın morfini gereğinden fazla vermesini engelleyecek şekilde yapılıyor.

Ağrı sinirleri yakılıyor: Son yıllarda kanser ağrısında, bel ve boyun fıtıklarında, ağrı sinirlerini yakma yöntemi kullanılıyor. Radyofrekans denilen mikrodalgaya benzeyen akımlar gönderip, ağrılı bölgenin sinirlerini tahrip ederek ağrı dindiriliyor.

Psikiyatrist Gözüyle Ağrı

Ağrı ile duygusal yaşam arasında ilişki olduğuna dikkat çeken İ.Ü. İstanbul Tıp Fakültesi Konsültasyon Liyezon Psikiyatrisi Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Sedat Özkan, "Ağrısı olan bir çocuğa annesinin ilgi göstermesi, ağrıyan yerini okşaması, çocuğun ağrı şiddetini azaltabiliyor" dedi.

Özkan, ağrıyla psikolojik durum arasındaki ilişkiyi şu sözlerle özetledi: "Birinci grupta, fiziksel hastalığın yanısıra psikolojik sorunların da olduğu görülür. Hasta depresyon geçiriyorsa ağrının şiddeti artacaktır. Depresyonun da tedavi edilmesi gerekir. İkinci grupta, psikomatik ağrılar yeralıyor. Yaşamı zorlayıcı olaylar, gerginlik nedeniyle baş, mide-bağırsak sistemi ağrıları ortaya çıkabiliyor. Üçüncü grupta tamamen psikolojik ağrılar görülüyor. Beden gerginliğini ağrı ile ifade ediyor."

Siyatik ağrısı

Vücudunuzdaki en uzun sinir olan siyatik siniri, leğen kemiğinizden başlayarak kalça bölgenizden geçer ve her iki bacağınıza uzanır. Dizlerinize geldiğinde tibyal ve peroneal sinirlere ayrılır. Siyatik sinirini bacağınızın alt kısmında bulunan kasları konrtol eder baldırlarınıza, bacaklarınıza ve ayaklarınıza hissetme yetisi sağlar.

Siyatik terimi bu sinirin güzergahında, sırtınızdan baldırınıza ve bacağınıza yayılan ağrıyı ifade eder. Rahasızlık hafif olduğu gibi, elden ayaktan düşürücü de olabilir ve karıncalanma, uyuşma veya kas zayıflığı eşlik edebilir. Siyatik, kendi başına bir hastalık olmaktan çok, disk fıtığı gibi, sinirler üzerinde baskı yaratan başka bir sorunun semptomudur.

Siyatik ağrısı, genellikle yaklaşık olarak altı hafta boyunca kendi başına devam eder. Aynı zamanda, soğuk veya sıcak kompresler, reçetesiz satılan ağrı kesiciler veya fiziksel terapi rahatsızlığı hafifletebilir ve iyileşmeyi hızlandırabilir. Sinir üzerindeki ağrıyı gidermek amacıyla cerrahi müdahale, semptomlar koruyucu tedaviye yanıt vermediğinde ve ağrı kronik ya da elden ayaktan düşürücü olduğunda bir seçenek

Guillain Barre Sendromu

Guillain Barre sendromu akut bir sendrom olup periferik sinirlerin tümü ya da bir bölümü üzerinde ciddi hasara yol açar. Hastalık, sinir liflerini kaplayan miyelin tabakasının iltihaplanması ve tahrip olmasından kaynaklanır.
Belirtiler

- Ayak veya el parmaklarına yayılan uyuşmalar ve karıncalanma;

- Kas zafiyeti

- Yaygın karıncalanma ve uyuşma;

- Solunum zorlukları.

Guillain-Barre sendromunun nedeni belli değildir ancak vakaların üçte ikisinde viral bir enfeksiyondan sonra ortaya çıktığı görülür. Bu viral enfeksiyon, Epstein-Barr virüsünde olduğu gibi bir tür herpes olabileceği gibi, grip, nezle veya diğer basit enfeksiyonlardan sonra da ortaya çıkabilir. Bu sendrom ayrıca Hodgkin hastalığı gibi diğer rahatsızlıklarla da beraber görülebilir.

Tüm vakaların yüzde beş ile onu bir ameliyat sonrası ortaya çıkmaktadır. Kısa bir süre için, Guillain-Barre sendromuna bir aşının neden olduğu düşünülmüştü. 1976-1977 yıllarında yaygın bir grip aşısı kampanyasından sonra bu kanıya varılmıştı. Ancak yürütülen araştırmalar bunun doğru olmadığını ortaya koymuştu. Belirtiler, neden olan iltihaplanmadan birkaç gün ile bir-iki hafta, veya bir ameliyattan bir veya dört hafta sonra görülebilir. El ve ayak parmaklarında karıncalanmanın ardından genel bir kas zafiyeti oluşabilir. Bu zafiyet hissi giderek bacaklardan kollara ve yüze yayılır. ciddi vakalarda zafiyet felce dönüşebilir ve solunum kasları etkilenebilir. Göz, yüz, konuşma, çiğneme ve yutkunma ile ilgili kaslara da yayılabilir.

En ağır şeklinde, Guillain-Barre sendromu acil tıbbi müdahale ve hastanenin yoğun bakım servisine kaldırılmayı gerektirebilir. Bu rahatsızlığı olan kişilerin bazıları hastalığın bir aşamasında solunum yardımına gereksinim duyarlar.

Genelde, iyileşme birkaç ay süren bir devre sonrasında gelir. Ciddi şekilde etkilenmişseniz, uzun süren rehabilitasyon dönemine gereksinim vardır. Tüm vakaların yaklaşık yüzde onunda geçmeyen bir sakatlık kalır. Ölüm oranı yüzde üç ile dört arasında değişir.

Hafıza Kaybı (Amnezi)

Amnezi Nedir?

Amnezi hafıza kaybıdır. Ancak unutkanlık gibi değilidir. Amnezi olduğu zaman, belirli bir zaman dilimine ait hiç bir şeyi hatırlayamazsınız. Fakat geçmişi tamamen de unutmazsınız.

Amnezinin İki Ana Çeşidi

? Retrograd amnezi. Bir olaydan önceki hafıza kaybı. Örneğin, başınızı çarpmadan önce yaptıklarınızı hatırlayamamanız.
? Anterograd amnezi. Bir olaydan sonraki hafıza kaybı. Örneğin, ameliyat sonrasını hatırlayamama.

Çoğu insanda araba kazalarından sonra her iki tipte amnezi görülmektedir.

Nasıl Oluşur?

Amnezi şu nedenlerden ortaya çıkabilir:

? Başa gelen bir darbe

? Beyinde tümör

? Kişilik bölünmesi

? Korkutucu bir olay, örneğin tecavüz, veya bir kişinin katil olduğunu görmek, veya intihar

? Diyetin yetersiz olması veya yeterli düzeyde vitamin almamak

? İlaçlar örneğin uyku hapları veya ameliyat öncesi kullanılan anestezi

? Akıl hastalıkları örneğin dissosiyatif kimlik bozukluğu

? Zehirler örneğin karbon monoksit

? Felç

? Alkol ve madde bağımlılığı

Diğer bir amnezi çeşidi ise transient global amnezidir (TGA). TGA beyindeki kan akışının düşmesi sonucu oluşur. Amnezi 1 saattn 24 saate kadar sürebilir. Bu rahatsızlığa başağrısı, baş dönmesi, ve mide bulantısı eşilk edebilir, veya sadece hafıza kaybı görülebilir. TGA sadece bir defa gerçekleşebilir veya defalrca kez tekrarlayabilir.

Semptomları Nelerdir?

Amnezide belirli olayları hatırlayamamanın yanı sıra yeni bilgiler öğrenmede de güçlük çekilir. Zihniniz karışabilir.

Nasıl Teşhis Edilir?

Doktorunuz veya akıl sağlığı uzmanınız semptomlarla ilgili veya herhengi bir ilaç kullanıp kullanmadığınızı veya alkol alıp almadığınızı soracaktır. Aşağıdaki testlerde yapılabilir:

? Kan testleri

? Beyin dalgaları görüntüleme (EEG, veya elektroensephalogram)

? CT tarayıcısı

? MRI

? Konsantrasyonunuzu, hatırlamanızı, anlamanızı, ve kararlar verme yeteneğinizi ölçmek için testler.

Nasıl Tedavi Edilir?

Doktorunuz veya akıl sağlığı uzmanınız semptomlarla ilgili veya herhengi bir ilaç kullanıp kullanmadığınızı veya alkol alıp almadığınızı soracaktır. Aşağıdaki testlerde yapılabilir:

? Kan testleri

? Beyin dalgaları görüntüleme (EEG, veya elektroensephalogram)

? CT tarayıcısı

? MRI

? Konsantrasyonunuzu, hatırlamanızı, anlamanızı, ve kararlar verme yeteneğinizi ölçmek için testler.

Okul Çağı Çocukları için Sağlıklı Beslenme Önerileri

Nüfusumuzun yaklaşık beşte birini oluşturan 15 milyon öğrencimizden okul öncesi dönem çocuklarımız ile ilköğretim 1.sınıf öğrencilerimiz bugün okula başladılar. Ortaöğretim öğrencilerimiz ile ilköğretimin 2-8.sınıfları da 24 Eylül’de ders başı yapacaklar. Okul döneminde öğrencilerin okul başarısı yanında, büyüme ve gelişmeleri ile sağlıklı beslenmeleri de çok önemli bir husustur. Okul çağı döneminde, öğrencilerin bedensel ve zihinsel gelişimlerini en iyi şekilde tamamlamalarına ve ileriki yaşlarda sağlıklı beslenme alışkanlıkları kazanmalarına destek olmak gerekir.

Yapılan çalışmalarda, yetersiz ve dengesiz beslenen öğrencilerin dikkat sürelerinin kısaldığı, algılamalarının azaldığı, öğrenmede güçlük ve davranış bozuklukları çektikleri, okulda devamsızlık sürelerinin uzadığı ve okul başarılarının düşük olduğu ortaya konmuştur.

Aileler çocuklarının yalnızca okul başarılarıyla değil, onların büyüme ve gelişmelerini izleme ve sağlıklı beslenme davranışları geliştirmeleriyle de yakından ilgilenmeli ve kendi beslenme alışkanlıkları ile örnek olmalıdırlar.

Öğrencilere temel beslenme bilgilerinin verilmesi, öğrenilen bilgilerin davranışa dönüştürülmesi, yanlış beslenme alışkanlıklarına zamanında müdahale edilmesi ve beslenme davranışları ile örnek olma konusunda, velilerin yanı sıra, öğretmenlere de önemli sorumluluklar düşmektedir.

Öğretmenler;

Öğrenciler ile birlikte yeterli ve dengeli beslenme konusunda çeşitli etkinlikler (bilgi yarışması, sınıf gazetesi, beslenme köşesi vb.) düzenlemeli ve bu konunun öğrenciler arasında tartışılmasına zemin hazırlamalıdırlar.
Öğrencilerin kahvaltı yapıp, yapmadıklarını sorgulamalı ve dışarıda açıkta satılan yiyecekleri tüketmemeleri konusunda sık sık uyarıda bulunmalıdırlar.
Çocukların beslenme çantası içeriğinin, daha önce okullara Sağlık Bakanlığı tarafından önerilen menü örneklerine göre hazırlanması sağlanmalı ve içeriklerini sıklıkla kontrol edilmeleri gerekmektedir.
Beslenme saatlerinde; peynir, yumurta, taze sebze ve meyve gibi besinler, gazlı ve diğer hazır içecekler yerine süt, ayran, taze sıkılmış meyve suyunun tercih edilmesi konusunda çocukları uyarmalı ve bu konuda veliler ile işbirliği yapmalıdırlar.
Öğrencilerin boy ve ağırlık artışlarını takip etmeli ve değerlendirmelidirler.
Yeni bir eğitim-öğretim döneminin başladığı şu günlerde, çocukların zihinsel, fiziksel ve duygusal gelişimlerine olumlu katkıda bulunmak için çocuklara yönelik sağlıklı yaşam ve beslenme önerileri aşağıda belirtilmiştir.

Çocukların sağlıklı beslenmesi için dört besin grubunda bulunan çeşitli besinlerden yeterli miktarlarda ve dengeli bir şekilde tüketmeleri gerekmektedir. Süt grubunda yer alan süt, yoğurt, et grubunda yer alan et, tavuk, yumurta, kuru baklagiller, sebze ve meyve grubu ve tahıl grubuna giren ekmek, bulgur, makarna, pirinç vb. besinlerin her öğünde yeterli miktarlarda tüketilmesi önerilmektedir.
Çocukların özellikle kemik ve diş gelişimi için günde 2-3 su bardağı kadar süt veya yoğurt, 1 kibrit kutusu kadar beyaz peynir tüketmeleri önemlidir. Ayrıca, hastalıklara karşı daha dirençli olmaları, göz, cilt ve sindirim sistemlerinin sağlıklı olması için her gün en az 5 porsiyon taze sebze veya meyve tüketmeleri önerilmektedir.
Öğrenciler için en önemli öğün kahvaltıdır. Bütün gece süren açlıktan sonra, vücudumuz ve beynimiz güne başlamak için enerjiye gereksinim duymaktadır. Kahvaltı yapılmadığı takdirde, dikkat dağınıklığı, yorgunluk, baş ağrısı ve zihinsel performansta azalma olmaktadır. Bu nedenle, güne yeterli ve dengeli yapılan bir kahvaltı ile başlamak öğrencilerin okul başarısının artmasında son derece önemlidir. Çocukların her sabah düzenli olarak kahvaltı yapma alışkanlığı kazanmalarına özen gösterilmelidir. Peynir, haşlanmış yumurta, taze meyve veya meyve suları, birkaç dilim ekmek, 1 bardak süt, poğaça çocuklar için yeterli ve dengeli bir kahvaltı örneğidir.
Gün boyu fiziksel ve zihinsel performansın en üst düzeyde tutulabilmesi, düzenli olarak ara ve ana öğünlerin tüketilmesi ile mümkündür. Bu nedenle, öğün atlanmamalıdır. Günlük tüketilecek besinlerin 3 ana, 2 ara öğünde alınması en uygun olanıdır.
Okulda veya evde dinlenirken ve ders çalışırken açlık hissedildiğinde tüketilen besinlere dikkat edilmelidir. Örneğin, şeker ve şekerli besinler, cips vb. yağlı ve tuzlu besinler veya gazlı içecekler yerine süt, yoğurt, sütlü tatlılar, ekmek arası peynir, taze sıkılmış meyve suları ve kuru meyvelerin tüketiminin tercih edilmesi çocukların sağlıklı beslenmeleri açısından daha yararlıdır.
Açıkta satılan besinler, yeterince güvenilir ve temiz değildir. Ayrıca, uygun koşullarda muhafaza edilmedikleri için çabuk bozulma riski taşırlar. Bu nedenle, özellikle okul çevresinde açıkta satılan besinlerin kesinlikle satın alınmaması gerekmektedir.
Vücudun düzenli çalışması, tüketilen besinlerin vücuda yararlılığının artırılması, çocukların fiziksel, zihinsel ve duygusal gelişimlerine olumlu katkı sağlamaları açısından fiziksel aktivitenin artırılmasına da önem verilmelidir. Bu nedenle, çocukların gerek okul yönetimi gerekse de ebeveynleri tarafından sevdikleri herhangi bir spor dalı ile ilgilenmeleri teşvik edilmelidir.
Sağlıklı yaşam için çocuklara el yıkama ve diş fırçalama alışkanlığının kazandırılması çok önemlidir. Kirli eller, basit bir soğuk algınlığından ölümcül hastane enfeksiyonlarına kadar pek çok hastalığın nedeni olabilmektedir. Bu nedenle çocuklara, özellikle yemek yemeden önce ve sonra, tuvalete girdikten sonra, dışarıda oyun oynadıktan sonra, dışarıdan eve gelince ellerini, ılık akan su altında sabun ile iyice ovuşturarak yıkamaları konusunda alışkanlık kazandırılması gerekmektedir.
Çocukların okul kantinleri, büfe gibi yerlerden satın aldıkları besinlerin seçiminde de dikkatli olmaları gerekmektedir. Süt, ayran gibi ambalajlı besinleri satın alırken etiket bilgisinde Tarım ve Köyişleri Bakanlığından üretim izninin bulunmasına ve son kullanım tarihinin geçmemiş olmasına, ambalajsız satılan tost, simit, poğaça gibi yiyeceklerin de temiz ve güvenilir şekilde hazırlanmış olmasına dikkat edilmelidir.

TEMEL SAĞLIK HİZMETLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ

Taşıt Tutması

Ne kadar hızla ve ne kadar uzak mesafeye gitmelerine bağlı olmadan, insanlar hareket halindeki vasıtaların içinde mide bulandırıcı bir rahatsızlık hissederler.

Dış kulağımızın görevi işitmeyi sağlamaktır ama iç kulağımız dengemizden sorumludur. Hareket halinde olduğumuzda, iç kulağımızın içindeki sıvı çalkalanır ve sinir sistemimiz vasıtası ile beynimize sinyal gider. Eğer arabanın içinde bir şey okuyorsanız veya arabanın içinde bir şeye bakıyorsanız, gözlerden beyine hareket halinde olmadığınız sinyali gider ama iç kulaklarınızdan giden sinyal farklıdır. O, vücudunuzdaki sarsıntıdan dolayı hareket halinde olduğunuzu bildirir. Bu iki sinyal arasındaki fark, halk arasında 'araba tutması' diye adlandırılan, mide bulandırıcı etkiyi yaratır.

Aslında dalgalı denizde seyreden bir gemideki insanı deniz tutması ne ise hareket halindeki bir arabanın içindeki insanı taşıt tutması da aynı şeydir. Denizdeki hareket tam anlamı ile üç boyutlu olduğundan etkisi daha fazladır. Baş ağrısı, baş dönmesi, nabızdaki artış ve mide bölgesindeki baskı hissi ile kusma ihtiyacı en belirgin özelliklerdir. Bunlara ilaveten deniz tutmasında, bulantıdan önce stres hormonları da salgılanmaya başladıklarından rahatsızlık ve panik hissi iyice kuvvetlenmektedir.

Arabada iken gözlerinizle, bir uzağa, bir yakma bakarsanız, bu taşıt tutma probleminize yardımcı olabilir. Bu nedenledir ki, arabayı kullananlarda taşıt tutması olayı görülmez. Çünkü araba, kullananın kontrolü altındadır. Sürücü arabanın ne zaman duracağını veya hızlanacağını, ne yöne dönüleceğini bilmektedir. Taşıt tutması gençlerde daha çok görülür, çünkü yaşlandıkça ve çok seyahat ettikçe, iç kulağın hareketlere karşı hassasiyeti azalır.

Bir görüşe göre, taşıt tutmasındaki denge bozukluğu, bulanık görme gibi belirtilerde beyine gönderilen sinyaller, zehirlenince beyine yollanan sinyallerle aynı. Bu nedenle de beyin mideye kusma ve içindeki zehiri boşaltma emrini veriyor.

Taşıt tutmasına karşı önerilerimiz şöyle: Kitap okumayın, zihniniz başka şeylerle meşgul olsun. Olay aslında beyinde oluştuğundan, onu başka bir şeyle meşgul edin. Zihinsel veya kelime oyunları oynayın. Mide bozucu şeyler yemeyin, çok gerekirse bunun için üretilmiş ilaçları, kulak arkasına yapıştırılan bantları kullanın.

Çinli doktorlar yüzyıllardır taşıt tutmasına karşı akupunktur tedavisi uyguluyorlar. Bu uygulamadan siyah ve beyaz ırktan insanların yüzde 50-60'ı etkilendiği halde Asyalıların hemen hepsi etkileniyor. Bu farkın da sinir sistemindeki bir genetik temele dayandığı sanılıyor.
Özel Arama